Displaying: 61-80 of 1016 documents

0.181 sec

61. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 1
Alper Yavuz Etkileşimci Metafor Kuraminin Eleştirisi
abstract | view |  rights & permissions
Bu yazıda Elisabeth Camp'in metafor kuramını eleştireceğim. Bu kurama göre metaforik anlam metaforik olarak kullanılan terimin işaret ettiği şeyin karakterizasyonunun bir başka şeyin karakterizasyonu ile etkileşimi yoluyla ortaya çıkar. Bu etkileşim beraberinde metaforun önemli bilişsel özelliklerinden biri olan olarak-görme etkisini zorunlu olarak getirir. Ben bu kuramın açıklamaya çalıştığı dilsel olguyu gereksiz yere karmaşıklaştırdığını savunacağım. Söz konusu olgu etkileşime gerek olmadan da açıklanabilir. Camp'in tersine, olarak-görme etkisinin metafor için özsel olmadığını savunacağım. Bunların yanı sıra Camp'in metafor kuramının kimi değillenmiş metafor kullanımlarını açıklayamadığını göstermeye çalışacağım.
62. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 1
Mehmet Buğra Özgöçer Felsefenin Doğuşuna İçkin Bir Unsur Olarak Mitos
abstract | view |  rights & permissions
Bu araştırma, felsefenin doğuşunda katkısı bulunan mitsel evren görüşünün işlevini ve felsefenin gelişimi ile olan bağını çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda Hesiodos ve Homeros gibi ozanların döneminden Pre-Sokratik filozoflara kadar olan dönemde “mitostan logosa” geçiş olarak özetlenen dönüşümün çok boyutlu yapısı irdelenmiştir. Belirli bir süreç içinde ve kısmi şekilde gerçekleşen bu dönüşüm, mitsel evren anlayışının kavramsal düşünce sistemleri ile olan bağını göstermektedir. Mitlerin yapısı üzerine farklı ekollerce dile getirilmiş değerlendirmelere göre bu anlatıların, evreni bütüncül olarak görmenin bir şekli oldukları görülmüştür. Bunun yanında mitlerin ilk filozoflara kadar olan dönemde kavramsal düşünceye nasıl bir temel teşkil ettikleri değerlendirilmiştir. Ayrıca felsefenin, mitsel düşünceden bütüncül evren anlayışını miras alıp, evrene bu bütüncüllükle ancak ondan farklı olarak rasyonel temelde açıklama girişiminin bir ifadesi olduğu tespit edilmiştir.
63. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 1
Tevfik Uyar Gramer Hatalarina Dayali Argümantasyon ve Bir Ad Hominem Alt Türü Olarak “De Ayri” Safsatasi
abstract | view |  rights & permissions
Sosyal medyada cereyan eden tartışmalarda sık sık “kişinin dil bilgisi ve yazım kurallarına uygun yazmadığı ve bu nedenle de kişinin söylediklerine güvenilemeyeceği veya söylediklerinin yanlış olduğu” şeklinde argümanlara rastlanmaktadır. Bu makalede konunun özellikle kişinin dil bilgisi ve yazım kuralları hakkındaki bilgi ve becerisi olmadığı her hâl ve durumda bu türden argümanların ad hominem (insan karalama safsatası) olarak değerlendirilmeleri gerektiği savunulmuştur. Sık karşılaşılan safsata alt tiplerine ayrı bir isim verilmesinin tespitlerini kolaylaştıracağı düşüncesiyle, konu edilen bu özel ad hominem alt türü “de ayrı safsatası” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca bu alt tipe benziyor olmasına rağmen biçim olarak farklılık gösteren ve bu nedenle safsata niteliği göstermeyen argüman örneklerine değinilmiştir.
64. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Harun Tepe İnsan, İnsancıllık (Hümanizm) ve İnsan Hakları: İnsancıllık Eleştirisi Üzerine
abstract | view |  rights & permissions
Öz: İnsan hakları düşüncesi, 18. yüzyılda bugünkü haliyle tarih sahnesine çıktığından bu yana, bazı eleştirilerin de hedefi olmuştur. Bu eleştiriler gittikçe yoğunlaşarak bugün zirve yapmış ve insan hakları, özgürlük ve demokrasi gibi politik değerlerle birlikte 20. yüzyılın sonunda, daha bundan 20-30 yıl önce en iyi dönemini geçirmiş olmasına karşın, bugün insan haklarının sonu ilan edilmeye başlanmıştır. Bu eleştirilerden birisi insan haklarını insan-merkezci bir ideoloji, hatta insan türü ırkçılığı olarak gören hümanizm eleştirisidir. Bu eleştiri bu yazıda Yuval N. Harari ve Costas Douzinas’ın görüşlerinden hareketle ortaya konulmakta ve bu eleştiriler egoizm, insan hakları, insancıllık ve liberalizm kavramlarının açıklığa kavuşturulması ve Harari ve Douzinas’ın iddialarının ayrıntılı olarak ele alınmasıyla yanıtlanmaya çalışılmaktadır.
65. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Caner Çiçekdaği Doğrudan Çıkarımlardaki Bazı Mantıksal Eşdeğerlik İlişkileri
abstract | view |  rights & permissions
Bilindiği gibi mantıkta çıkarımlar doğrudan veya dolaylı olabilir ve dolaylı bir çıkarım olan kıyaslar Aristoteles mantığının temel konusunu oluşturur. Kıyasın dolaylı olmasının gerekçesi, sonucunun birden fazla öncüle dayanması ve bu yüzden doğrudan değil, dolaylı bir şekilde çıkarılmasıdır. Doğrudan çıkarımlar ise tek bir öncül önermesinden hemen yine tek bir sonuç önermesi çıkarırlar. Böyle çıkarımlardan bazıları öncülü ile sonucunun aynı doğruluk değerinde olduğu “eşdeğer önermeler”den oluşur. Basit önermelerle yapılan bu tür “eşdeğerlik çıkarımları” (eduction) döndürme yöntemi uygulanarak gerçekleştirilir ama dört basit önermenin dördünden de eşdeğeri olan sonuçlar her zaman çıkarılamaz. Bu çalışma eşdeğeri çıkarılamayan bazı önermelerin döndürme kurallarında esneklik yapılarak eşdeğerinin yakalandığı durumları, böyle eşdeğer önerme çiftlerinin yapısını ve özelliklerini değerlendirmiştir.
66. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
İsmail Serin The Problem of Transition in Kant’s Opus Postumum
abstract | view |  rights & permissions
In this paper, I try to reveal the nature of the transition problem in Kant’s Opus Postumum. Scientific developments in eighteenth century, particularly the ones in chemistry, forces philosophers to re-evaluate the role of scientific findings in the philosophical debates. In addition to these crucial developments, we observe that the a prioricity for Kant primarily depends on the physical nature of the matter which implies moving forces, but the developments in chemistry add a new dimension to the problem. Once again, Kant, after the publication of the third Critique, starts to think about the possibility of a transition from The Metaphysical Foundation of Natural Science to physics. If we succeed to construct a proper transition, we not only save the sciences from being just aggregation of the empirical data, but we may fill the gap between the knowledge about the matter and the nature as a whole.
67. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Deniz Soysal Pyrrhus ile Cineas’ta Tasarı ve Aşkınlık Temelinde Simone De Beauvoir’ın Carpe Diem Eleştirisi
abstract | view |  rights & permissions
Tasarı ve aşkınlık, Simone de Beauvoir’ın varoluşçu felsefesinin önemli kavramlarıdır. Beauvoir’ın tasarı ve aşkınlık kavramları onun ilk felsefi yapıtı olan Pyrrhus ile Cineas’ta ileri sürülmüştür. Bu makalede Beauvoir’ın tasarı ve aşkınlık kavramlarını carpe diem düşüncesinin karşısına koyarak nasıl kurduğunu sunmak istiyorum. Bu kavramların onun temel ontolojik argümanının temellerini oluşturduğu iddia edilmiştir. Bu ontolojiye göre insan olmak aşkın olmak demektir, aşkınlık somut tarihsel durumlar içindeki tasarılara bağımlıdır. Hiçbir insan bu temel ontolojik durumdan kaçamaz. Carpe diem düşüncesi ya da herhangi bir dingincilik kuramı bu temel ontolojik gerçeklikle çelişir ve bu yüzden de Beauvoir tarafından eleştirilir.
68. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Haluk Aşar Tıp Etiğinden Bio-Etiğe: Fritz Jahr
abstract | view |  rights & permissions
Genel olarak biyoetik teriminin ilk kez 1970 yılında Van Rensselaer Potter ve Andre Hellegers tarafından kullanıldığı düşünülür. Fakat bir terim ve kavram olarak biyoetik ilk kez bir papaz ve etikçi olan Fritz Jahr’ın 1927 yılında Alman bilim dergisi Kosmos’da yayımlanan “Biyo-Etik: İnsanların Hayvanlar ve Bitkilerle Etik İlişkisine Yeniden Bir Bakış” (Bio-Ethics: A Review of the Ethical Relationship of Humans to Animals and Plants) adlı makalesinde ortaya konulmuştur. İlk kez Jahr biyoetik terimini ortaya atmasına rağmen, bugün biyoetik terimi tanımından farklı olarak tıp etiği ile benzer anlamda kullanılmaktadır. Örneğin Warren Reich, biyoetiği yaşam bilimleri ve sağlık bakımı alanındaki insan davranışlarının, incelenebildiği ölçüde, sistematik bir şekilde incelenmesi olarak tanımlamaktadır. Ancak Jahr yaşam bilimlerinin ortaya çıkardığı bilimsel verilerden hareketle yeniden değerlendirdiği etiğin sadece insan yaşamını değil, tüm yaşamı kutsal sayması gerektiği sonucuna ulaşır. Bu bakımdan Jahr eskiden doğa bilimlerine yön veren felsefenin, şimdi kendi sistemini doğa bilimlerinin bilgisi üzerine inşa etmek zorunda olduğunu belirtir. Bu aslında onun için bir devrimdir ve kendisi de etik alanında bir Kopernik devrimi gerçekleştirmiştir.
69. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Mehmet Cem Kamözüt Felsefe İlerler mi?
abstract | view |  rights & permissions
Felsefenin ilerleyip ilerlemediği sorusu sıklıkla felsefe ve bilim arasında bir karşılaştırmaya dayanarak ele alınır. Öyle ki bilimin ilerlediği apaçık kabul edilir ve felsefenin de eğer ilerliyorsa bunun ancak bilime benzerliği sayesinde olanaklı olduğu düşünülür. Bilim ile kast edilen de genellikle kuramsal fiziktir. Bu yazıda bilimin ilerleyip ilerlemediği sorusunu ele almadım. Felsefenin ve bilimin aynı ölçütlere göre değerlendirilmesinin gerekliliğini de sorgulamadım. Ancak söz konusu karşılaştırmada yaygın olarak bir çifte standart uygulandığını belirtmek istiyorum. Göstermeye çalıştığım literatürde önerilen ölçütlerin her iki alana da tutarlı biçimde uygulanması durumunda birinin ilerlemediğini söylemenin tek yolunun diğerinin de ilerlemediğini söylemek olduğu. Ölçütün kullanılmasındaki bu yaygın çifte standardın temelde bilim ve felsefe eğitiminin yapısından kaynaklandığını öne sürüyorum.
70. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Mehmet Şiray G. W. F. Hegel’in Estetik Üzerine Dersleri ve Sanatın Sonuna İlişkin Tezler
abstract | view |  rights & permissions
G. W. F. Hegel’in 1820’de gerçekleştirdiği Estetik, Güzel Sanatlar Üzerine Dersler’i bugün hâlâ estetik üzerine en çok tartışılan tezlerden biri olan sanatın sonu iddiası ile sıklıkla gündeme gelmektedir. Kuşkusuz Hegel’in notlarının böylesi bir iddiaya ev sahipliği yapıp yapmadığı çok tartışılan felsefi bir meseledir. Kimilerine göre Hegel, romantik sanatın estetiğin sonunu getirdiğini ima etmiştir, kimilerine göreyse son fikri modern dönemde sanatın sonuna dair bir işaret olarak okunmalıdır. Kuşkusuz Hegel’in estetik üzerine düşüncelerinin güncel sanat üzerine yapılan tartışmalarla ilişkilendirilmesi birçok bakımdan ufuk açıcıdır; ancak bağlamından kopmadan, yani bir bakıma son fikrinin Hegel estetiğinde nasıl tecelli ettiği tartışılmadan bu ilişkiyi kurmak bizi Hegel felsefesinden uzağa doğru sürükleyecektir. Bu yanlış anlamayı gidermek adına aşağıdaki incelemede öncelikle Hegel’in ilgili görüşlerine açıklık getirmeyi amaçlamaktayım. Ardından Hegel’e atfedilen kimi görüşlerin izini sürerek bunların geçerliliklerini ortaya koymaya çalışacağım. Son olarak da Hegel estetiğinin ana hatlarına tekrar dönerek sanatın sonu tezinin nasıl yorumlanabileceği üzerine kendi düşüncelerimi dile getireceğim.
71. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Soner Soysal Kierkegaard’nun Öznel-Nesnel Hakikat Ayrımı Temelinde Tekil Birey Anlayışı
abstract | view |  rights & permissions
Bu makalede Søren Kierkegaard felsefesinin temel kavramlarından birisi olan ve yine bu felsefeye varoluşçu karakterini kazandıran tekil birey kavramını ele alıyorum. Kierkegaard, ilk bakışta epistemolojik bir ayrımmış gibi görünen, bu kavramı öznel ile nesnel hakikat arasında yaptığı ayrım üzerine temellendirir. Kierkegaard tekil bireye giden yolun nesnel hakikatten değil, öznel hakikatten geçtiğini ileri sürer. Tekil birey, Kierkegaard’ya göre, kendi yaşamının sorumluluğunu alabilen, kendi yaşamını şekillendiren değerleri seçebilen ve bu değerlerle nasıl ilişki kuracağını belirleyebilen bir bireydir. Ne var ki, Kierkegaard’ya göre, tekil birey olmak o kadar da kolay bir iş değildir. Tekil birey olabilmek için insanın nesnel hakikatin güvenilir alanını terk edip, varoluşunu öznel hakikatin belirsizliğine teslim etmesi gerekir. Bu belirsizliği göze almadığında, insanın kendine ait bir yaşam sürmesi ve kendisi olarak varolmasının olanağı yoktur.
72. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Dilek Arli Çil Wittgenstein’ın Birinci Dönem Düşüncelerindeki Resim Kuramı ve Anlamla İlgili Sorunlar
abstract | view |  rights & permissions
Ludwig Wittgenstein’ın dil, doğruluk ve anlam ile ilgili düşünceleri birinci dönem ve ikinci dönem olarak ele alınmaktadır. Wittgenstein, birinci döneminde, dilin ve düşüncenin dünyayı resmettiğini öne sürmüştür. Doğruluk ve anlam, resim teorisi bağlamında ortaya çıkmaktadır. İkinci döneminde bu düşüncesini terk ederek, pragmatik bir yaklaşım benimsemiş ve dilin sosyal boyutuna yönelmiştir. Bu makalenin temel amacı, Wittgenstein’ın birinci dönemindeki resim teorisi ve anlamla ilgili düşüncelerini ortaya koymak ve bu düşüncelerin barındırdığı sorunlar üzerinde durmaktır. Bu bağlamda, filozofun, birinci dönem düşüncelerini geliştirdiği Tractatus Logico-Philosophicus eseri çerçevesinde dil, doğruluk ve anlamla ilgili görüşleri detaylı olarak incelenerek bu görüşlerin içerdiği sorunlar ortaya konulacak ve bu sorunlara yönelik olası çözüm önerileri tartışılacaktır.
73. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Samet Altin Anlamın Doğası ve Ruhbilimselci Yaklaşım Sorunu
abstract | view |  rights & permissions
Anlamı zihinsel bir çıkarsama olarak gören ruhbilimselci kurama karşı duran uzun bir gelenek, anlamı sözcüklerin ilettikleri etkilerden ayrı tutmuştur. Fakat bazı durumlarda, söyleneni anlayabilmek için söylenenin etkilerine göndermede bulunmak, anlamı sözcüklerin etkilerinde aramak zorunda kalınabilir. Bazı filozofların ruhbilimselci olarak gördüğü bu tutuma karşı anlama yönelik çeşitli kuramlar ortaya attıklarını ve bazı kuramcıların anlamı yadsıma noktasına ulaştıklarını söyleyebiliriz. Fakat fiziksel ilkeler çerçevesinde kalarak anlamın zihinsel bir yönünün olduğunu söylemek ruhbilimselciliğe taviz anlamına gelmeyecektir. Bu yazıda anlam kuramlarına ilişkin olarak iki rakip kampın yani ruhbilimselci yaklaşım ile bu yaklaşıma karşıt görüşlerin arasındaki tartışma ve bu tartışmanın sonuçları ele alınmaktadır.
74. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 6 > Issue: 2
Tuğba Sevinç The Nature of Human Activity: A Critical Assessment of Arendt’s Views on Marx
abstract | view |  rights & permissions
In this work I present some of Arendt’s criticisms of Marx and assess whether these criticisms are fair. I claim that Arendt reads Marx erroneously, which results in her failure to grasp certain similarities between Marx and herself, at least on some points. It is important to mention that Arendt’s interest in Marx is part of a wider project she pursues. She believes that Marx’s theory might allow us to establish a link between Bolshevism and the history of Western thought. Marx’s notion of history and progress enables Arendt to support her claim that Marx’s theory involves totalitarian elements. By way of correcting Arendt’s misreading of Marx, my purpose has been to get a better understanding of the theories of Marx and Arendt, as well as to see their incompatible views regarding the nature of human activity and of freedom. Arendt charges Marx of ignoring the most central human activity, that is ‘action’; and of denying human beings a genuine political existence and freedom. Furthermore, according to Arendt, Marx conceives labor as human being’s highest activity and ignores the significance of other two activities, namely work and action. In the last analysis, Marx and Arendt prioritizes distinct human activities as the most central (labor and action, respectively) to human beings; and as a result, they provide us two irreconcilable views of politics, history and freedom.
75. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Cevriye Demir Güneş Levinas’ın “Azizlik Etiği”nde Heidegger’i Bağışlama Olanağı
abstract | view |  rights & permissions
Avrupa’da Nazi Almanyası ve II. Dünya savaşı sonrasında “Alman Suçluluğu” kavramı temelinde tartışılan bağışlama sorunu, Levinas tarafından Mişna’da geçtiği şekliyle ele alınır. Yoma Risalesi, “İnsanın Tanrı’ya karşı kabahatleri Kefaret Günü’yle bağışlanır; insanın başkasına karşı kabahatleri Kefaret günüyle bağışlanmaz, meğerki öncelikle o kişinin gönlünü almamış olsun...” (Yoma Risalesi, 85a-85b) der. Makalede Levinas’ın bağışlama fikri ve Heidegger ile olan ilişkisi Mişna’da dile getirildiği ve Levinas’ın “azizlik etiği”nde konumlandığı şekilde irdelenmektedir. İnsanın Tanrı’ya ve Başkası’na karşı işlediği suç ve bağışlama koşullarını içeren makalede, Levinas’ın Dört Talmud Okuması adlı eserinde bağışlama sorununu Heidegger’i anarak tartışmış olmasının anlamı ve bu tartışmanın Heidegger’i bağışlama olanağı taşıyıp taşımadığının sorgulanması ele alınmaktadır. Levinas bağışlama fikrini, bağışlamayı olanaklı kılan “mağdurun iyi niyeti” ve “suçlunun tam bilinçliliği” koşullarını açığa vuran Talmud hikâyelerinden yola çıkarak ortaya koyar. Bağışlamanın diyalektiğine işaret eden hikâyelerden ikincisi, Nazi dehşetinin açığa çıkardığı “nafile acı”yı anımsatacak bir şekilde Heidegger anılarak ortaya konur. Hikâyede hocası Rabi Hanina’ya karşı suç işleyen ve hocasından on üç yıl boyunca Kefaret Günü’nde bağışlanma dileyen öğrenci Rabi’nin “bağışlanmasının çok zor olduğu” yorumu Levinas tarafından Nazi zulmüyle ilişkisi bağlamında Heidegger’e uyarlanır: “Çoğu Alman’ı bağışlayabiliriz, ama bağışlamanın zor olacağı Almanlar da vardır. Heidegger’i bağışlamak zordur. Hanina hakkaniyet ve insaniyet sahibi Rabi’yi aynı zamanda son derece parlak birisi olduğu için bağışlayamadıysa Heidegger’i bağışlamak daha da zordur”. Levinas’ın Heidegger’i diğer Almanlardan ayrıcalıklı görerek öğrenci Rabi’nin durumuyla benzerliği içinde ele alması ve Nazi Politikasıyla/dehşetiyle ilişkisi içerisinde bağışlanmasının olanağı ve olanaksızlığı üzerine düşünmesi, özellikle bunu bir azizlik ilişkisi çerçevesinde tartışmaya açması, Heidegger’e atfettiği değerin ve onunla hesaplaşmasının büyüklüğünü gösterir. Makalede Başkası’nın hatalarını da üstlenen sonsuz sorumlulukla şekillenmiş, varlığın ötesindeki iyi’yi açığa çıkaran Levinas’ın “azizlik etiği”nin Heidegger’i bağışlama olanağı taşıdığı ileri sürülmektedir
76. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Okan Akkin Bir Eksik Demokrasi
abstract | view |  rights & permissions
Bu metinde Deleuze ve Guattari (D+G)’nin demokrasi kavrayışı, algılamlar ve duygulamlar ile düşünen sanatın “demokratik-oluşa” ilişkin hayal gücüne dayanarak ele alınacaktır. Demokrasi, D+G için ulaşılması düşlenebilecek siyasi bir hedef ya da dünya için uygun bir yönetim biçiminin adı olmadığı gibi, bir temsil mekanizması olduğu kertede—çoğunluk tahakkümünü desteklediği için—negatif anlamlarla yüklü bir sistemdir. Demokrasiyi olumlamanın tek yolu onu bir toplumsal ölçüm aracı olarak sabitleyen yönetimsel boyutundan arındırıp eksilterek “çokluk” ve “oluş” ile yeniden ilişkilendirmektir. Bu bağlamda, demokrasi ancak demokratik-oluş, devrimci-oluş ve azınlık-oluş kavramlarıyla bir arada ele alındığında olumlanabilir. Öte yandan, demokrasi hakkında fikir yürütmenin yegâne yöntemi ana akım siyaset felsefesi yapmak ya da meslekten siyasetçilik değildir. “Sanatın kendiliğinden siyaseti” demokratik-oluşu düşünmek için yararlı olabilir; çünkü kendisi de bir düşünme biçimi olan sanat, siyaset üzerine düşünürken, gündelik hayatta gerçekleşmesi zor olan ya da üzerinde ancak kuramsal düzeyde konuşulabilecek çoğu meseleyi, yalnızca eserin kendi dünyasında olsa da, yaşayan bir düzleme yerleştirebilir. Kısacası, bir temsil aygıtına dönüşmediği takdirde, sanat ilgili olduğu tüm oluşların yanı sıra demokratik-oluşu düşünmenin de vasıtası olabilir.
77. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Dilek Yargan Üst Düzey Ontoloji İnşasındaki Felsefi Yaklaşımlar
abstract | view |  rights & permissions
Veri bilimi günümüzün en önemli uğraşlarından biri sayılmakta, veriye verilen önem ve değer günden güne artmaktadır. Bu durumun ardındaki neden makinelerin veri depolama, toplama, üretme ve işleme kapasitesindeki olağanüstü artıştır. Enformasyon sistemleri makinelerin bu yetilerinden faydalanarak bilgi üretimine makineleri dahil etmek için çeşitli modellemeler geliştirmektedir. Ancak, veri yapılandırmasındaki çeşitli esneklikler modellerin değiştirilmesi ve/veya geliştirilmesi süreçlerinde sıkıntılara neden olmaktadır. Oluşabilecek kavramsal, teorik ve pratik uyumsuzlukları çözmek hedefiyle, felsefi bir uğraş olan ontoloji bilgi temsilinde ortaklık oluşturması için bilgisayar ve bilişim bilimlerinde, öncelikle enformasyon yönetimi sistemlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Ontolojiler, temel olarak, bir alanın bilgisinin standardizasyonunu sağlamak için kurulurlar. Ancak her bilim kendi sorusu etrafında çalışmalar yaptığından farklı ontolojik seçimler standartlaşmalarda uyumsuzlukları beraberinde getirir. Bu nedenle, bilimsel ontolojik seçimlerinde ortaklaşma sağlayacak bir sisteme, yani tam da felsefi ontolojilerdeki gibi varlığa ait en üst kategorileri standartlaştıran bir sisteme ihtiyaç vardır. Yazımızda bu standartlaştırmanın, yani üst düzey ontoloji inşasındaki seçimlerin felsefi temellerini inceleyeceğiz. Ardından, belirli felsefi yaklaşımlara göre bir üst düzey ontoloji oluşturacağız.
78. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Pakize Arikan Sandikcioğlu Duyu Verisi Kuramı ve Algının Fenomenal Belirsizliği
abstract | view |  rights & permissions
Duyu verisi kuramı algılamada doğrudan farkındalığına sahip olunan şeyin, dışsal, fiziksel nesneler değil, ‘duyu verisi’ adı verilen ve nesnelerin algılanmasına aracılık eden bir takım zihinsel unsurlar olduğunu iddia eder. Duyu verisi kuramının en güçlü argümanı, yanılsama, sanrı, çift görme gibi algılanan nesnenin kendisi ile doğrudan farkındalığına sahip olunan şeyin örtüşmediği algısal durumlara dayanır. Buna göre, görünen ve gerçekliğin arasında olduğu düşünülen bu farklılık, doğrudan farkındalığın nesnesinin duyu verileri olması gerektiğini gösterir. Öte yandan, bazı düşünürler algısal verinin fenomenal olarak belirsiz olabileceği, dolayısıyla duyu verilerinin var olduğu iddiasının makul olmadığını dile getirerek duyu verisi kuramını reddetmektedirler. Bu çalışmanın amacı, ‘benekli tavuk’ adı ile anılan bu argümanı değerlendirip duyu verisi kuramının yanlışlığını ortaya koyamadığını göstermektir. Bunun için Fred Dretske’in algıyı ‘şeylerin farkındalığı’ ve ‘gerçeklerin farkındalığı’ olarak sınıflandırdığı kuramı temel alınacaktır.
79. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Sibel Kibar Açık Sınırlar mı Kapalı Sınırlar mı: İşte Bütün Mesele Bu Mu?
abstract | view |  rights & permissions
Bu çalışma, son yıllarda muazzam düzeyde artan göç dalgalarıyla ve göçmenlik talepleriyle yaşanan insanlık krizine yönelik üretilen felsefi argümanları değerlendirmekte ve eksiklerini sergilemektedir. Felsefecilerden Carens, Kukathas, Wilcox ve Blake gibi bazıları sınırların zor durumdaki göçmenlerin tamamına açılması gerektiğini savunurken; Miller, Wellman, Rawls, Kymlicka ve Walzer gibi diğer düşünürler, devletlerin de hakları olduğunu ve dilediğinde sınırlarını dilediği göçmenlere veya mültecilere kapatabileceğini savunurlar. Pogge ve Wellman, yoksul, siyasi baskı altında ve/veya savaş koşullarında yaşayan insanlara sınırların dışında yardım etme ödevini gerekçelendirirler. Esasen liberal eşitlikçi adalet kuramcılarının çoğu, göç konusunda koşulsuz şartsız sınırların açılması tezini savunamamaktadırlar zira göç olgusu ulusal düzeyde adaletin nasıl dağıtılacağından çok daha çetrefilli bir konudur. Bu çalışmada, sınırların göçmenlere açılması, sınır kontrolünün devletin hakkı olduğu ve sınırların dışındaki tahakkümün engellenmesi olarak adlandırılabilecek yaklaşımların argümanları değerlendirilerek; sınırların açılması talebinin hem göçmenler hem de mevcut vatandaşlar açısından pek çok olası tehlikeyi (aracı mafyatik sektörlerin doğması ve beslenmesi, güvenlik tehdidi, açlık, yoksulluk, işsizlik, kamusal yaşama aktif katılamama vb.) göz ardı ettiğini vurgulanmaktadır. Öte yandan, sınırların göçmenlere kapatılması yaklaşımı ise, göç edilmek istenilen ülkelerin savaşlardaki ve küresel yoksulluktaki payını görmezden gelerek, mültecilerin ve göçmenlerin yaşam hakkını hiçe sayar. Sınırların açılmaması gerektiğini savunanlardan Wellman ve Pogge tahakküm olgusuna dikkat çekerek, sınırların dışındakilere maddi ve teknik yardım sağlayarak ve askeri müdahaleyle tahakkümün önlenmesi gerektiğini savunurlar. Bu çalışmada, tahakküm altındaki ve özellikle ölüm kalım savaşı veren insanlara karşı ahlaki olarak yükümlü olduğumuz ama bu ahlaki yükümlülüğün içeriğinin ve kapsamının sınırların iki tarafındaki tahakküm ilişkilerini göz önünde bulundurarak belirlenmesi gerektiği ortaya konulmaktadır. Göç olgusu ve göçmenlerin maruz kaldıkları tahakküm ve temel insan hakları ihlalleri, bir tarafta egemen devletlerin hakları diğer tarafta mültecilerin veya göçmenlerin yaşama hakkı ikileminden farklı bir düzlemde tartışılmalıdır. Tahakkümü önleyecek kalıcı mekanizmalar yaratılmadan, göçmenleri içeride de dışarıda da ölümden daha ciddi tehlikeler beklemektedir.
80. Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy: Volume > 7 > Issue: 1
Mustafa Çağlar Atmaca Mikhail Bakhtin’in Ütopik Materyalizmi: Karnaval ve Diyalog Bağlamında Kairolojik Bir Zaman Kavramsallaştırması
abstract | view |  rights & permissions
Bu yazıda Rus filozof Mikhail Bakhtin’in, özellikle karnaval, diyaloji ve grotesk realizm kavramları çerçevesinde, toplumsal ve politik tahayyülüne dair bir tartışma yürütülmeye çalışılmış ve bu kavramların politik içerimlerinin esasen zamansal olarak yüklü olduğu iddia edilmiştir. Bu bağlamda, antik Yunan’daki iki farklı kronolojik (khronos) ve kairolojik (kairos) zaman anlayışı üzerinden, Bakhtin’in zaman ve tarihi politik bir zeminde, karnaval, diyaloji ve grotesk realizm kavramsallaştırması çerçevesinde nasıl ele aldığı gösterilmiştir. Bakhtin’in kronolojik, lineer ve ereksel bir tarih anlayışı karşısında kairolojik bir zamansallık, lineer ve ereksel olmayan bir tarih anlayışı ortaya koyduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan Bakhtin’in ütopik bir materyalizmi savunduğu, karnaval, diyaloji ve grotesk realizm kavramlarının da esasen ütopik bir materyalizme ve bir eşik-zamana işaret ettiği ortaya konmaya çalışılmıştır.