|
41.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Özlem Duva Kaya
Özlem Duva Kaya
Kantçi Düşüncenin Feminist Maledilişi Olanakli Midir?
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
It is one of the main allegations impelled by feminist theorists against Kant's philosophy that the subject Kant placed at the base of his understanding of rationality is masculine, a Westerner and belongs to upper/middle class. In fact, there is considerable supporting evidence to promote this claim for mainstream Western philosophy in general and Kant's philosophy in particular. On the other hand, while reckoning with the history of philosophy, and examining whether it is possible to break away from philosophical concepts and categories or not, is another matter of discussion. In this article, I try to focus on various possibilities that can reconcile Kant's philosophy with the demands of liberal feminism and an inclusive democratic participation principle. It is important that to discuss whether it is possible to make a new reading that can be reconciled with feminist demands by ignoring the misogynistic discourses in Kant's works, especially starting from the concepts of autonomy and personality. Today, many factors like traditions, prejudices, oppressive forms of government, etc. prevent women from taking part in public life as free agents and autonomously, and from being considered as “subjects with the status of rights”. Therefore, I argue that Kant's concepts such as autonomy, becoming a person and having the conditions for free action, do have something in common with feminist demands.
Kant’ın rasyonalite anlayışının temeline yerleştirdiği öznenin eril, batılı ve üst/orta sınıfa ait bir özne olduğu feminist kuramcılar tarafından Kant felsefesine yöneltilen temel suçlamalardan biridir. Aslında genel olarak ana akım Batı felsefesi ve özel olarak da Kant felsefesi için bu iddiayı destekleyecek çok sayıda kanıt vardır. Diğer yandan felsefe tarihi ile hesaplaşırken, felsefi kavram ve kategorilerden tam bir kopuşun mümkün olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Bu makalede Kant felsefesini liberal feminizmin talepleriyle ve kapsayıcı bir demokratik katılım ilkesi ile uzlaştırabilecek çeşitli imkanlar üzerinde durmaya çalışıyorum. Özellikle otonomi ve kişilik kavramlarından yola çıkarak, Kant’ın eserlerindeki mizojinik söylemlerin göz ardı edilmesi yoluyla feminist taleplerle bağdaştırılabilecek yeni bir okuma yapmanın mümkün olup olmadığını tartışmaya açmak önemlidir. Günümüzde gelenekler, önyargılar, baskıcı yönetim biçimleri vb. pek çok unsur, kadınların özgür failler olarak ve otonom bir biçimde kamusal yaşamda yer almalarını, onların “hak statüsüne sahip özneler” olarak görülmelerini engellemektedir. Bu nedenle Kant’ın otonomi, kişi olma, özgür eylemlerde bulunma koşullarına sahip olma gibi kavramlarının feminist taleplerle ortak bir yanının olduğunu ileri sürüyorum.
|
|
|
42.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Itır Güneş
Itır Güneş
At the Intersection of Sexism and Speciesism: Nonhuman Animals’ Right to Live as a Feminist Issue
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Makale feminizmin genel olarak insan dışı hayvanların, özel olarak da tarımda kullanılan insan dışı hayvanların özgür ve özerk yaşama haklarını savunması gerektiğini savlamaktadır. Tarımda kullanılan insan dışı hayvanlardan elde edilen ürünlerin üretim süreçleri sadece onların bedenlerinin insanların arzuları uyarınca üretilip tüketilmelerini değil, ömürleri boyunca doğalarına aykırı şartlarda yaşayarak, sürekli eziyete maruz bırakılmalarını kapsamaktadır. Üstelik mevcut pratikler dişi insan dışı hayvanları, özellikle süt ve yumurta endüstrilerinde, biyolojik üreme yetilerinden faydalanmak adına ek eziyetlere maruz bırakmaktadır. Bu temel savı desteklemek için bell hooks ve Carol J. Adams gibi yazarların eserlerinden faydalanılarak dört argüman öne sürülmüştür. Cinsiyeti biyolojik parametrelerle tanımlamanın sorunlu olacağına dair bir eleştiri de değerlendirilip, bu eleştiriye Wittgensteincı düşünceden yola çıkan bir yanıt önerilmiştir: Her ne kadar tarımda kullanılan insan dışı hayvanların cinsiyetini biyolojik parametrelerle tanımlıyor olsak da bu, biyolojinin genel olarak kadınlığı ve dişiliği tanımlamanın yeterli veya tek kriteri olduğu anlamına gelmemektedir.
This article argues that feminism has to defend the right to live freely and autonomously for nonhuman animals in general, and for farm animals in particular. Production processes of animal products involve not only serial production and consumption of the bodies of farm animals for the pleasure and profit of humans, but also infliction of constant pain throughout their lives that arises from being forced to live under adverse conditions. Moreover, present practices subject female nonhuman animals to extra torment to be able to profit from their biological reproductive power, especially in dairy and egg industries. Four arguments are proposed to support this main thesis by drawing from the works of writers such as bell hooks and Carol J. Adams. Also, a possible criticism that challenges the notion of defining sex by biological traits is discussed and a response inspired by Wittgensteinian thought is developed with the intention to demonstrate that although we define the sex of nonhuman animals according to their biological traits, this does not have to be the sole or sufficient criterion for defining femaleness in general.
|
|
|
43.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Cihan Kirca
Cihan Kirca
The Problem of Individuation: Aristotle’s Principle of Individuation and Identity
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bireyleşim, varlıkları bireysel kılan ve onların diğer bireylerden ayrımını sağlayan ilkenin ne olduğunu sorun eder. Birey, güncel bir kavram olmasına rağmen orta çağ filozoflarından bu yana bireysel varlıkların bireyliği anlamında kullanılmış olup bireyleşim, özdeşlik sorunu ile iç içe tartışılmıştır. Bu makalede Aristoteles’in bireyleşim sorununa yaklaşımını incelerken öncellikle genel kabul gören madde teorisini tartışacağız. Maddenin bireyleşim ilkesi olarak savunulması, onun bölünebilirliği ya da özdeşliği ile açıklanabilir. Fakat bölünebilirliğin kendisi bireyleşimi olanaksız kılıyor ve Aristotes’in fikirleri ile çelişki gösteriyor. Maddenin özdeşliği, kendisi yeterince açık olmadığı için bir içeriğe ihtiyaç duyuyor; burada Leibniz’in ayırt edilemezlerin özdeşliği ilkesini tartışmaya dahil ederek bu içeriği maddenin paylaşılamazlığı olarak belirleyeceğiz. Fakat Theseus gemisi örneği üzerinden işaret edeceğimiz oluş sorunu ile karşılaşmaktayız. Diğer taraftan Aristoteles’in bireyleşim ilkesini form olarak görmek, bireysel formları savunmak anlamına geliyor; bireysel formlardan ne kastedildiği açık olmadığı için burada ilinekler üzerinden bireyleşimi sunacağız. Fakat Leibniz ve Aristoteles bu konuda uzlaşması olanaksız görünür ve Aristoteles için ilineklerle bireyleşim kabul edilemez; töze ilişkin olmayan ilineklerle bireyleşim, şeylerin doğası itibariyle bireysel olmadığı anlamına gelir. Ardından konum ile bireyleşim fikrini Aristoteles üzerinden işaret ederek konum anlamında maddenin bireyleşim ilkesi olduğunu savunacağız. Son olarak konum ile bireyleşmenin saltık uzayı gerektirdiğini belirteceğiz ve Leibniz’in ayırt edilemezlerin özdeşliğinin mantıksal olarak geçersiz kılan Black’ın düşünce deneyine değineceğiz.
Individuation investigates what is the principle that makes things individual and distinguishes them from others. Although the individual is a contemporary notion, it has been used in the sense of entity and individuation has been discussed together with the problem of identity since middle ages philosophers. In this article, while investigating Aristotle’s approach to the individuation problem, we will first discuss matter theory that generally accepted. Defending matter as a principle of individuatian can be clarified by its divisibility or identity. But divisibility itself makes individuation impossible and contradicts Aristotle’s viwes. The identity of matter needs a content because it is not clear enough; here, we will include Leibniz’s principle of identity of indiscernibles into the discussion, and we will designate this content as the unshareable of matter. However, we encounter the problem of becoming, which we will also refer the example of the Thesus ship. On the other hand, stating Aristotle’s individuation principle as form means defending individual forms; it is not clear what is meant by individual forms therefore we will offer accidental properties for individuation. Though, Lebniz and Aristotle seem impossible to agree on this issue and for Aristotle, individuation with accidental properties is unacceptable; individuation by non-essential properties means that things are not individual by nature. Then, pointing out the opinion of individuation with position through Aristotle, we will discuss that matter in the meaning of position is the principle of individution. Finally, we will indicate that individuation by position requires absolute space, and we will refer to Black’s thought experiment, which logically invalidates Leibniz’s the principle of identity of indiscernibles.
|
|
|
44.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Ferhat Yöney
Ferhat Yöney
The Problem of Divine Foreknowledge and Free Will: Ockhamist Solution
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Tanrısal ön bilgi-özgür irade sorununa ilişkin Ockhamcı çözümler, 1960’lı yıllardan 1990’lı yıllara kadar analitik din felsefesi çevrelerinde önemli bir yer tutmuştur. Bu çalışmada, Ockhamlı William’ın (1287-1347) geleceğe ilişkin olumsal önermeler ve tanrısal ön bilgi-özgür irade sorununa ilişkin görüşlerine kısaca değinildikten sonra, çağdaş analitik din felsefesinde tanrısal ön bilgi-özgür irade sorununa ilişkin Ockhamcı çözüm olarak adlandırılan görüş ve buna ilişkin tartışmalar ele alınacaktır. Bu kapsamda Ockhamcı çözüm olarak savunulan görüşlerin tanrısal ön bilgi ile insan özgür iradesini bağdaştırma açısından başarısız olduğu gösterilecektir. Ayrıca, Ockhamcı çözümlerin geleceğe ilişkin olumsal önermeler konusunda varsaydığı görüşün karşılaştığı metafiziksel sorun ortaya konacak ve bu sorunun, tanrısal ön bilgi ile özgür iradeyi bağdaştırmaya yönelik herhangi bir girişim açısından sorun oluşturduğu vurgulanacaktır.
Ockhamist solutions concerning the problem of divine foreknowledge and free will had an important place between 1960’s and 1990’s in contemporary analytic philosophy of religion circles. In this work, after briefly presenting William of Ockham’s (1287-1347) views on future contingent propositions and on the problem of divine foreknowledge and free will, Ockhamist solutions to the problem of divine foreknowledge and free will in the contemporary analytic philosophy of religion and contentions about them will be discussed. Within this framework, it will be demonstrated that Ockhamist solutions fail to reconcile divine foreknowledge and human free will. Moreover, metaphysical problem encountered by the view on the future contingents which is presupposed by Ockhamist solutions will be presented, and it will be emphasized that this problem poses a challenge to any attempt to reconcile divine foreknowledge and free will.
|
|
|
45.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
İlknur Sertdemir
İlknur Sertdemir
“Intuitive Knowledge” Theory of Wang Yangming: Mentalspiritual Integrity in Action
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Milattan önce 6. yy’ da Konfuçyüs tarafından kuralcı bir çerçevede açıklanan ve bilgelikerdemlilik sentezini temel alan düşünce ekolüne ahlaki psikoloji kuramını getiren ilk fikir adamı Mengzi’dır. İnsanın doğuştan iyiliği önermesiyle duygu, düşünce ve eylem arasındaki tutarlılığı içgörüsel farkındalığa kaynak gösteren Mengzi, Çin felsefesine yeni bir soluk getirir. Bu önerme, 11.yy’da Neo-Konfuçyüsçü filozof Cheng Hao’ın sezgisel öğrenme metoduyla korunsa da önermenin Doğu Asya topraklarına yayılmasındaki asıl katkı Ming dönemi siyasetçisi, hattatı ve generali Wang Yangming’e aittir. Wang Yangming, Mengzi’dan aktardığı zihinsel-spiritüel bütünlüğü öğretisine dâhil ederek doğuştan gelen bilgi ve erdemin davranışsal tepkimeye yansıma sürecinde rasyoneli dışlar. Sezgisele odaklı bu kuramda duygu ile düşünce birbirinden ayrılmadığı gibi sorgulama, gözlemleme ve deneyimleme safhalarının pratiğine ihtiyaç duyulmaz. Birey, fıtraten doğru-yanlış ayrımı yapabilme yeteneğine sahip olduğu için içgörü ve sağduyuyla her şeyi idrak edebilir; önceden idrak edebildiği için de davranma, bilme ile eş zamanlı güdülenir. Bu çalışmada, Wang Yangming’in sezgisel bilgi kuramıyla savladığı kişisel gelişimin Batı dünyasındaki karşılığı ve modern psikolojiyle özdeşleşen özelliği incelenecektir.
Mengzi was the first intellectual who built the theory of moral psychology on the school of thought based upon the synthesis of sageness and virtuousness explained through a normative context by Confucius in the 6th century BC. Mengzi has made all the difference to Chinese philosophy, giving reference to the coherence among feelings, thoughts and actions for self-awareness with the thesis of innate goodness of human beings. Even though this thesis was held by intuitive learning method enhanced at the hands of Neo-Confucian philosopher Cheng Hao in the 11th century, Wang Yangming, who was a politician, calligrapher and military general of the Ming period, essentially contributed the expanding of this thesis to the lands of East Asia. Wang Yangming excludes the rational in the process of behavioral response of inborn knowledge and virtue, owing to the mental-spiritual integrity brought from Mengzi into his teaching. In this intuitive-centered theory questioning, observing and experiencing phases have no need to been practiced as well as feelings and thoughts are inseparable whole. Since the individual has the inherent ability to distinguish between right and wrong, everything can be perceived with insight and foresight. Since the individual can perceives before, acting is motivated simultaneously with knowing. In this paper, the Western equivalent of the personal growth assumed by intuitive knowledge theory of Wang Yangming and its identified feature in modern psychology will be examined.
|
|
|
46.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Özüm Hatipoğlu
Özüm Hatipoğlu
Gilles Deleuze’ün Kuraminda Felsefi Arkitektonik ve Teatrallik
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Theatricality, as a methodological basis of Deleuze’s theory, insinuates a new thought of Being/beings by emancipating philosophy from its anthropological orientation. Despite the fact that the phenomenological methodologies attempted to link the transcendental with the empirical domain, the source of reflexivity was still the subject. Deleuze’s ontological repetition maintains the infinite reflection of the transcendental and the empirical domains into each other, yet it posits the symbolic order as the third order where the infinite reflexive expansion between concept and matter becomes immanently transcended. By taking this formulation as its point of departure, this article analyzes how Deleuze’s notion of theatricality operates as the self-reflexive and excessive origin of thought.
Deleuze, kuramının metodolojik temelini oluşturan teatrallik kavramı aracılığıyla felsefeyi antropolojik yöneliminden özgürleştirerek Varlığı ve varlıkları farklı bir düzlemde düşünmemizi sağlar. Fenomenolojik metodolojiler aşkın ve ampirik düzlemleri birbirine bağlasa da düşünümselliğin kökeni yine öznedir. Deleuze’ün ontolojik tekrar kavramı ise sembolik düzeni kavram ve madde arasındaki yansımanın aşıldığı üçüncü bir düzen olarak kurar. Bu makale Deleuze’ün kurduğu felsefi sistemin arkitektonik yapısı üzerinden düşünümsellik ve aşırılık kavramlarını teatrallik kavramı bağlamında incelemektedir.
|
|
|
47.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Alber Erol Nahum
Alber Erol Nahum
Spinoza’s Theory of Language: From Critique to Practice
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu makalede Spinoza’nın dil eleştirisinin ve çözümlemesinin tartışılması amaçlanmaktadır. Bilindiği gibi, Spinoza, İbranice hakkında yarım kalmış bir dilbilgisi kitabı kaleme almış olsa da, bugün dil felsefesi diye adlandırılan alanda bir yapıt vermiş değildir. Bununla birlikte, dil konusunun, anlama yetisinin düzeltilmesinin önemli ayaklarından biri olması ölçüsünde, Spinoza açısından, felsefi uslamlama için bir propedötik işlevi gördüğü söylenebilir. Hatta Spinoza’ya göre, kendisinden önce gelen bazı filozofların doğanın ortak düzenini ve zorunlu nedenselliğini kavrayamamış olmasının nedeni, tam da fikirlerin ve şeylerin bağlantı ve düzenlerini izlemek yerine, doğayı açıklamak için dilsel kategorilere başvurmalarıdır. İşte bu yüzden, felsefenin ilk adımlarından biri dilin bedensel-imgelemsel doğasının aydınlatılması olmalıdır. Böylelikle dilin felsefi amaçlar doğrultusunda, yani upuygun fikirlerin iletilmesi için kullanmasına zemin hazırlanacaktır. Bu yazıda, Spinoza’nın geliştirdiği dil kuramının, dil olgusunun psikolojik-bilişsel açıdan çözümlemesi kadar, kendine-gönderimli kavramsal bir dilin geometrik düzende kurulmasını da içerdiği ileri sürülecektir.
This paper aims to discuss Spinoza’s critique and analysis of language. Even though he wrote a book on Hebrew Grammar, Spinoza did not devote an independent study to the philosophy of language. But it seems as though that, from his viewpoint, this issue serves as a propaedeutic for philosophical reasoning, insofar as it is the basic component of the emendation of the intellect. In fact, according to Spinoza, one of the main reasons why some of the philosophers fail to grasp the common order of nature and its causal necessity, is the fact that they follow the categories of language, rather than the order and the connection of the ideas and things. Therefore, one must understand first and foremost the corporeal-imaginative nature of language, in order to use it for philosophical purposes, i.e. for communicating adequate ideas. So, it will be argued here that Spinoza’s theory of language involves a psychological-cognitive analysis of language as well as a more geometrico construction of a self-referential conceptuallanguage.
|
|
|
48.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Erim Bakkal
Erim Bakkal
Relation Between Name and Pretended Name in Kripke’s Analysis of Fiction
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu metindeki amacım Kripke’nin kurgu çözümlemesinde özel adlar ve adımsılar (pretended name) arasındaki ilişkiyi ele almak. Kripke için özel adlar değişmez imleyicilerdir (rigid designator), yani tek bir varlığı/şeyi var olduğu tüm olanaklı dünyalarda biricik belirlerler. Adımsılar ise kurgusal söylemde ortaya çıkan kurgunun taslamasının bir parçasıdır; yani kurgu dünyadaki karakterlerin adlarıdır. Kripke’ye göre adımsılar sadece gerçek adları taklit eden fakat taklit ve benzerlik ilişkisinden öte bir ilişkileri olmayan, adlardan kategorik olarak farklı şeylerdir. Fakat Kripke için adlar ve adımsılar kategorik olarak farklı olsalar da bu iki dilsel birim birbirlerini belirler gibi gözükür. Yani “Sherlock Holmes” özel adı, “Sherlock Holmes” özel adımsısı ile eşseslidir fakat bunun gerekçesi yeterince açık değildir. Bu açık olmama durumu kurgusal karakter adlandırma önermelerinin adlandırıcı açısından a priori ve olumsal mı olduğu yoksa a posteriori ve zorunlu mu olduğu sorusuyla ilişkilidir. Böylelikle bu belirleme ilişkisi ya zorunlu ya da olumsal bir ilişkidir. Ben bu belirleme ilişkisinin olumsal olduğunu savunacağım. Fakat bu belirleme ilişkisi olumsal olsa da ad ve adımsı arasında eşseslilik açısından sıkı bir ilişki olmaya devam eder. Ben bu sıkı ilişkinin genellikle kendiliğinden bir ilişki olduğunu, kurgu karakterin önce adı olabileceği gibi ilişkilendiği adımsısı da olabileceğini ve bu ayrım yeterince düşünülmediği için genellikle ad ve adımsının eşseslilik açısından çakıştığını savunacağım. Fakat ilişkilendiği adımsı ve özel adı eşsesli olmayan karakterler de olabileceğini ileri süreceğim. Son olarak ise bu dediklerimizden adımsıların geçtiği betimlemeler üretebileceğimizi ve bunlar yoluyla da kurgu varlıklara değişen imleyiciler olarak gönderimde bulunabileceğimizi savunacağım.
My purpose in the article is to explore the relation between proper names and pretended names in Kripke’s analysis of fiction. According to Kripke, proper names are rigid designators, so they designate the same object in all possible worlds in which that object exists. In contrast, pretended names are part of the pretense in fiction; they are names of fictional entities in fictional worlds. For Kripke, pretended names just pretend real names but there is no further relation apart from a similarity between them. Although in his view, names and pretended names are categorically different from each other, they seem to determine each other. That is, the proper name “Sherlock Holmes” and the pretended name “Sherlock Holmes” are homophones. However, the reason for their being homophone is not clear enough in this view. That unclarity concerns the question of whether the propositions that are used to name fictional entities are a priori contingent or a posteriori necessary. Thus, the relation of determining is either necessary or contingent. I will defend that it is contingent. However, though it is contingent, names and pretended names have a strict relation in the sense of being homophone. I will argue that this strict relation is generally a spontaneous relation; there are two possibilities: fictional entities have names before the associated pretended names come to existence or vice versa. I think names and pretended names generally coincide because this relation is not being thought thoroughly. Finally, I will defend that we can produce descriptions in which pretended names occur and we can refer to fictional entities non-rigidly via these descriptions.
|
|
|
49.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Ece Saraçoğlu
Ece Saraçoğlu
The Teleological Instrumentality of Time in Aristotle and Heidegger
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Aristoteles ve Heidegger’in zaman görüşleri onların ontoloji temelli düşüncelerinde önemli bir yere sahip olmasına rağmen, “amaçsal araçsallık” anlayışıyla ilişkili olarak derinlemesine irdelenmez. Hâlbuki bu düşünürlerin görüşlerindeki amaçsal araçsallığın yakından incelenmesi, hem onların zaman felsefelerinin hem de genel olarak zamanın “yapıcı ve kurucu” özelliğinin daha anlaşılır olmasını sağlamaktadır. Aristoteles’in ve Heidegger’in ontolojik zaman soruşturmaları, zamanın amaçsal anlamda da araçsallığının olanaklı olabileceğine işaret etmektedir. Bu fikirden hareketle meydana getirilen bu makale, Aristoteles ve Heidegger’in zaman düşüncelerini amaçsal araçsallık ışığında incelemeyi amaçlamaktadır. Bu sebeple yazının ilk bölümünde, zaman ve araçsallık kavramlarının anlamı ve içeriği kısaca betimlenmektedir. Bu betimlemenin temel nedeni, bu kavramların yaygın kullanılan anlamlarının dışına çıkabilmeyi sağlamaktır. Yazının ikinci ve üçüncü bölümlerinde ise, sırasıyla Aristoteles ve Heidegger’in zaman felsefelerinde amaçsal araçsallık fikrinin nasıl görünür olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Although Aristotle’s and Heidegger’s notion of time takes an important place in their ontological thoughts, it is not scrutinized in relation to understanding of “teleological instrumentality” thoroughly. Whereas, a close reading of the teleological instrumentality in these thinkers opinions provides more understandable both in their philosophy of time and “constitutive and constructive” feature of time in general. Aristotle’s and Heidegger’s ontological time investigations indicate to be teleological instrumentality meaning of time in possible. From this point of view, this article aims to examine the time thoughts of Aristotle and Heidegger in the light of the teleological instrumentality. Therefore, the meaning and content of time and instrumentality concepts are described in the first part of this study. The basis reason of this description is that it can be provided to digress of commonly used meanings of these concepts. In the second and the third parts of this study, the idea of teleological instrumentality is demonstrated how to be appear in Aristotle’s and Heidegger’s philosophy of time respectively.
|
|
|
|
50.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Çiğdem Yazici
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Aristoteles’in iyi yaşam felsefesi onun siyaset felsefesinde önemli bir yere sahipken, kölelik anlayışıyla çok ilişkili olarak incelenmez. Oysa kölelik anlayışının yakından incelenmesi, onun iyi yaşamı mümkün kılacak bir siyasi yapı olarak kent-devlet teorisinde kilit rol oynadığını gösterir. Politika’da en iyi yaşam olarak gördüğü teorik yaşamı mümkün kılabilmek için kurumsal olarak köleliği adil gösteren bir savunma geliştirir. Bu savunmada kullandığı gerekçelerin odak noktası “kendine yeterliliktir”. Buna göre hem muhakemede hem kendini yönetmede kendi kendisine yeten kişi özgür ve “tam insan” olmuştur, yetemeyen ise yönetilmeye ve köleliğe uygun dolayısıyla “tam olmamış veya tamamlanmamış insandır”. Bu sebeple, makale ilkin iyi yaşamın, ikinci olarak siyasi devlet yaşamının, üçüncü olarak da köleliğin ve özgürlüğün “kendine yeterlilik” ile ilişkisine odaklanarak eleştirel bir inceleme sunar. Bu sayede, Aristoteles’te önceden varsayılan bir doğal kölelik anlayışı olmadığını; mutluluk ve siyasi yaşam ilişkisi adına kurumsal olarak köleliğin gerekliliğini savunduktan sonra, köleliği adil gösterebilmek için zor kullanımı gerektirmeyen “doğal” kölelik anlayışını bilhassa geliştirdiğini görebiliriz. Dahası belli etnik halkların karakter özelliklerine göre köleliğe doğal olarak uygun oldukları fikrini de bu düşüncenin ardından geliştirir. Sonuçta, Aristoteles’in kölelik anlayışındaki etnik ayrımların biyolojik temelli özcü bir ırkçılık ile yapılmasa da insanlığının tam olması için kendi kendine yetmesi beklenen normatif bir insan anlayışıyla yapıldığını söyleyebiliriz.
|
|
|
|
51.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Soner Soysal
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu çalışma, David Hume’un beğeninin bir standardı olduğu iddiasına yönelik incelememin ikinci aşamasıdır. Böyle bir incelemeye başlamamın nedeni, çalışmanın birinci aşamasının başından da söylediğim gibi, açık bir şekilde görülen beğeni farklılıklarına rağmen, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştiren deneyci bir filozof olan David Hume’un beğeninin bir standardı olduğunu iddia etmesidir. Deneyci bir filozof olduğu için, Hume’un bu standardı a priori ya da doğuştan idelere dayandırma olanağı yoktur. Diğer taraftan, Hume, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştirerek, deneyimden tüm insanlar için bir ölçüt olabilecek kesinlikte bir bilgi ya da standart üretmenin olanağını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. İncelemenin birinci aşaması olan “David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart” başlıklı makalede, Hume’un beğeni farklılıklarına rağmen nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele almıştım. İncelememin ikinci aşaması olan bu çalışmada ise, Hume’un beğeni standardının sanat eserlerinin bazı nitelikleriyle insan zihninin doğal yapısı arasındaki bir uyuşmadan kaynaklandığı iddiasını ve bu standardı belirli niteliklere sahip ideal eleştirmenler üzerinden nasıl açıkladığını ele alıp, Hume’un beğeni standardı tartışmasının genel bir değerlendirmesini yapacağım.
|
|
|
|
52.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Çağlar Karaca
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu makalede, Erwin Schrödinger’in kuramsal biyolojiye önemli bir katkıda bulunan Yaşam Nedir? adlı kitabındaki fikirlerini ve bu kitabın da etkisiyle gelişen gen-merkezci yaklaşımı eleştirel olarak değerlendirmeyi amaçlıyorum. Schrödinger’in canlılık konusundaki entelektüel mirasının tartışmaya açılması moleküler biyolojinin yaşam bilimlerinde hakim hale gelişinin ve yaşamın organizasyona dayalı temelinin anlaşılması açısından özel bir önem taşıyor. Yayınlandığından beri biyoloji felsefesinde önemli tartışmaları beraberinde getiren Yaşam Nedir? kitabı, yaşamı termodinamiğin yasaları doğrultusunda ele alması açısından biyolojide organizasyonu vurgular. Bununla birlikte Schrödinger’in canlılığın kodu olarak tasavvur ettiği aperiyodik kristal kavramı gen-merkezciliği destekleyen öncül fikirleri barındırmaktadır. Schrödinger, canlı varlıkların doğadaki entropi artışı eğilimiyle baş etmesi gereken nitelikte olması gerektiğini savundu ve bu görüş, canlılığa dair temel bir ilke olarak yaygın kabul gördü. Schrödinger’in yaşamın düzenliliğini mikro düzeyde aperiyodik kristal hipotezi ile açıklama girişimi ise nispeten daha tartışmalıdır. Makalede, bu tartışmalı konuları aydınlatmak amacıyla Schrödinger ve ardından gelişen gen-merkezci yaklaşımlara yönelik eleştirileri ele alıyorum. Ardından, gen-merkezciliğin sınırlılıklarına karşı yaşamın organizasyonunun organizma seviyesinde ele alınması değerlendiriyorum. Bu görüş, Kant’ın self-organizasyon kavramıyla tanımladığı, parça-bütün ilişkilerindeki karşılıklılığı temel alır. Son olarak, yaşamın organizasyonuna dair felsefî yaklaşımları ve entropinin buradaki rolünü tartışıyorum. Organizma düzeyinde ve organizma-çevre ilişkisindeki çoklu etmenlerin geri-besleme ilişkilerine dayanan ağ yapısı, gen-merkezciliğin indirgemeci yaklaşımına karşı kapsayıcı bir alternatif sunmaktadır.
|
|
|
|
53.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Celal Yeşilçayir
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Antik Yunan Felsefesi ile İslam dini arasında sentez inşa etmeye çalışan Farabi, sonraki dönemlere oldukça zengin bir düşünsel miras bırakmıştır. Onun düşünsel mirası bağlamında eğitimle ilgili kaleme aldığı düşüncelerin de önemli bir payının olduğu anlaşılmaktadır. Onun eğitim felsefesi, siyaset ve ahlak anlayışları ile yakın bir ilişki içinde olmakla birlikte bu alanda belirgin bir biçimde karşımıza çıkan iki unsur din ile felsefedir. Böylelikle onun, söz konusu sentezci yönteme eğitimle ilgili düşünceleri çerçevesinde de başvurduğu ortaya çıkmaktadır. Elinizdeki çalışmada Farabi’nin din ve felsefeyi eğitim alanında nasıl konumlandırdığının ele alınıp, irdelenmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda toplumun birliğini sağlama ve insanların yetkinleşmesi sürecinde din ile felsefeye yüklenen anlamlar serimlenmektedir. Son tahlilde ise onun eğitim felsefesinde din ile felsefenin kendi aralarında nasıl ilişkilendirildiğinin ve derecelendirildiğinin de tartışılması amaçlanmaktadır.
|
|
|
|
54.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Pınar Türkmen Birlik
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Charles Taylor, içinde yaşadığı kültürün ve genel anlamda Batı dünyasının yaşadığı sorunları, ortaya koyduğu liberal politika anlayışı kapsamında çözüme ulaştırmaya çalışan önemli bir yirminci yüzyıl düşünürüdür. Politika felsefesinin yerini politika yapma eğilimine bıraktığı yirminci yüzyılda, Taylor ortaya koyduğu anlayış ile bu eğilimden kendini ayırır. Ona göre, yaşadığı çağın sorunlarının üstesinden gelebilmek için ortaya konulan tezlerin ahlaki bir motivasyona da sahip olması gerekir. Dolayısıyla Taylor için yapılması gereken şey, modernitenin insan doğasında birtakım ahlaki sezgilerin varolduğu tezine geri dönmek ve dilin dolayımında kendini bulan insanı, ahlaki bir varlık olarak düşünmektir. Taylor’a göre, dili kullanarak kendini ve içinde bulunduğu durumu yorumlayan bir hayvan olarak insan, pratik aklın yol göstericiliğinde, sahip olduğu ahlaki sezgilerden hareketle, yönünü bulmaya ve yaşadığı bu süreci ifade eden kendi anlatısını oluşturmaya çalışır. Taylor’ın arzu ettiği liberal toplumun yapı taşını oluşturacak olan bu birey, ahlaki alanda yolunu, ahlaki sezgilerinden hareketle keşfettiği “iyi” anlayışı ile belirler. Bu “iyi” anlayışı temelde dilin dolayımında kendini gösteren “hermeneutik döngü” anlayışı ve insan doğasının diyalojik karakteri kapsamında kendini gösterir. Kişi hermeneutik döngü sayesinde, hem kendi iyisini hem de içinde yaşadığı toplumun iyisini kavrayan, bu iyiyi yeniden yorumlayabilen bir benlik anlayışına sahip olur. Böylece Taylor’da dilin dolayımında, kişinin ahlaki olarak sahip olduğu kendi “iyi” anlayışı ile ilişkilerinin yönünü belirleyen “kamusal iyi” anlayışı içiçe geçmiş olur. Bu bağlamda çalışmamız, Taylor’ın anlayışında ahlak, dil ve politika üçlüsünün birbirleriyle temasta olduğu bu noktaları göstermeyi ve onların birbirleri ile nasıl bir ilişki kurduğunu serimlemeyi amaçlamaktadır.
|
|
|
|
55.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Neslihan Doğan
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bilme ediniminin kendisi ile eş güdümlü bir biçimde ilerleyen ve kapsamlı bir sorgulamayı içerisinde barındıran bilim, köklü bir anlama ve anlamlandırma etkinliğidir. Özünde dış dünyanın niceliksel ve niteliksel olgularını açıklama amacında olan bu etkinlik, tarihsel olarak da oldukça eskiye dayanmaktadır. Özellikle “doğa nedir?” sorusuyla başlayan ancak günümüzde evrenin daha tikel ve özel olgularını arayan bu uğraş, gerçekte konusunun veya nesnesinin hep aynı kaldığı bir sorgulamadır. Öyle ki, “doğada bulunan hareketliliğin ardında değişmeden kalan, daimi bir neden bulunabilir mi?” sorusuyla bu etkinliğe yaklaşan Platon ve Aristoteles, farklı iki temellendirmeyle evren tasarımlarını oluşturmuşlardır. Bu çalışmanın amacı ise doğa ve evren bilimi konusunun, Platon’da idealar kuramı; Aristoteles’te ise madde-form düşüncesi kapsamında açıklanması ve anlamlandırılmasıdır. Bu nedenle bakılan ilk çerçeve, benimsenen bu iki farklı bakış açısının, onların bilim anlayışları üzerine olan etkisini açıklamaktır. İkinci çerçeve ise bilim anlayışlarındaki konu, nesne ve yöntem tercihlerinin, doğa bilimi ve evren tasarımlarına nasıl yansıdığını ortaya koymaktır.
|
|
|
|
56.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Fahrettin Taşkin
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu yazıda Aristoteles ve Badiou’nün devlet ve adalet kavramlarını karşılaştırarak (iki bin yıldan uzun bir sürede) söz konusu kavramların nasıl bir değişim geçirdiğini genel çizgileriyle saptamaya ve bu değişimden hareketle adalet ve devlet kavramları üzerinde tekrar düşünmeye çalıştık. Kuşkusuz çok farklı dönemlerde yaşamış olup fikirleri arasında birçok ortaklık bulunabilecek başka filozoflar seçilebilirdi. Başka düşünürlerin değil de Aristoteles ve Badiou’nün bu kavramlarla ilgili görüşlerini karşılaştırmamızın sebebi, sadece yaşadıkları dönemlerin değil, ayrıca konu hakkındaki görüşlerinin de birbirinden oldukça farklı olmasıdır. Bu farklılık, etiğin daha sahih bir soruşturmasını yapma olanağını verecektir. Buradan çıkan sonuçlar, belli bir adalet tanımına veya etiğe bağlı kalınmaması gerektiğini ortaya çıkarabilir. Ancak burada asıl üzerinde durulmak istenen, etiğin hiçbir vakit temellendirilemeyeceği değil, temellendirmek için kendilerinden hareket edilmiş aksiyomların doğruluğunu tartışmaktır. Nihayetinde bu temelin insanın akıllı bir varlık olması kabulüne dayandığını ve onun bu özelliğiyle diğer tüm canlılardan koparıldığını ileri sürerek, etiğin ancak onun dünyayla bağı gerçekleştirildiğinde mümkün olabileceğini savunacağız.
|
|
|
|
57.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Çiğdem Yildizdöken
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Attika topraklarında boy gösteren tragedyalar beslendiği Atina demokratia’sından daha uzun yaşayıp Akropolis’in politik, etik ve ontolojik-egzistansiyal bağlamda sözcüsü olarak klasik Yunan sanatının temelini oluşturmuştur. Bu klasik sanat, insanın hem kendi ne’liğini bulmasında hem de polis’in kendini tanıması ve müdafaasında gerekli unsurları her bir yurttaşa (polites) temin ederek “düşünme”nin yeniden düşünülmesine olanak vermiştir. Kökeni dramalarda temellenen bu “düşünme” physis ve yazılı hukuku, ahlaki değerleri, kültürü de içine alan nomos arasındaki çatışmayı gözler önüne sererken bu çatışmanın üstesinden nasıl gelineceğine dair ulaşılabilecek uzlaşının ne olduğu hususunda da araştırmaya koyulmuştur. Açığa çıkan araştırmada dağ yamacında konumlanan tiyatro sahnesinde (skene) beliren tragedyanın yanında yer alan philosophia olay hallerinin ötesinde tragedyadaki “hakikat” arayışına odaklanmıştır. Bu noktada tragedyada görünür olan hakikat, “acının bilgeliği”nin çağrısına kulak kesilerek yeni dünyanın eski dünya karşısındaki çatışmasında tüm karşıt fenomenleri ile yeniden düşünmeye bizi davet etmektedir. Düşünülen, eski dünyanın physis’inin ananke’si (η αναγκη) karşısında yeni dünyanın anankesidir. Trajik olan tam da bu karşılaşmada kendini ele vermektedir. Görmek-körlük arasında başlayan bu trajik oluş bizi, üstesinden gelmek isteyeceğimiz bir o kadar da vazgeçemeyeceğimiz ve tüm bunlara rağmen daha “yüce”sini isteme doğrultusunda paradoksallığın iyimser kaldığı bir alana sürükleyecektir. Bu bir sürükleyiştir; çünkü çekilen ızdıraplar artık duygu durumu olmaktan çıkarak acısını logos’un huzursuzluğunda açığa çıkarmaktadır. Bu bağlamda düşünmenin huzursuzluğunda gün ışığına çıkan tragedyaya ilişkin ele aldığımız çalışmamız bizi, dramalarla başlayan tragedyanın kaynağının ne olduğuna yönelik soruşturmaya ve tragedyadan felsefi alana geçişe imkân veren öğelerin ne olduğu konusunda araştırmaya götürmektedir. Bu nedenle çalışmamız, trajik düşünmenin görülenmesi uğruna tragedyanın kaynağına inerek felsefede neler olup bittiği üç büyük tragedya ozanını (Aiskhylos, Sophokles, Euripides) göz önünde bulundurmak suretiyle düşüncenin felsefi öğelerini araştırmayı amaçlamaktadır.
|
|
|
|
58.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
7 >
Issue: 2
Arman Besler
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Antoine Arnauld ile Pierre Nicole’ün Mantık veya Düşünme Sanatı – daha iyi bilinen takma adıyla Port-Royal Mantığı – kitabı, geleneksel terim mantığının gelişim tarihinde en az iki bakımdan önemli bir aşamayı temsil etmektedir. Birincisi, bu kitap, “eski” mantığı, René Descartes’ın bilgi ve varlık anlayışınca belirlenmiş olan modern felsefeye ayarlı hale getirmekte ve sonraki dönemlerin mantıkçıları için terim mantığının terminolojisini bir dereceye kadar yeniden tanımlamaktadır. (Terminolojiyle ilgili nokta, en belirgin olarak Immanuel Kant’ın mantık yazılarında takip edilebilmektedir.) İkincisi ve daha önemlisi, bu kitap, kategorik tasım kuramında geçerlilik denetimi/saptaması için kullanılan ve Aristoteles’e dayanan standart kanıtkuramsal yaklaşım yerine, Ortaçağlarda geliştirilmiş, daha çok semantik yönelimli olduğu söylenebilecek alternatif bir yaklaşımı ana öğreti olarak sunmaktadır. Bu yaklaşımda, geçerli tasım biçimleri, kategorik önermelerde geçen terimlerin semantik bir özelliği olan dağıtım fikrini merkeze alan az sayıda kural yoluyla tespit edilir. Bu yazının asıl amacı semantik yönelimli bu yaklaşımın özünü Port-Royal örneği üzerinden aydınlatmaktır. Öncelikle, Port-Royal mantıkçılarının ilgili kuralları geçerli tasımsal biçimleri saptamak için nasıl uyguladıkları, bağlantılı bazı kavramların ve sorunların ışığında, ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. Sonra da Port-Royal mantıkçılarının (belki de Aristoteles’i izleyerek) altık tasım biçimlerini eleyişlerinin, semantik yönelimli yaklaşımın ruhuna uygun olmayan bir tutum oluşturduğu, dolayısıyla da Port-Royal Mantığı’nın bu yaklaşımın arı olmayan bir örneklemesi olarak görülmesi gerektiği savunulmaktadır.
|
|
|
|
59.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
7 >
Issue: 2
Refik Güremen
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu yazı, Phaidon diyaloğunda Sokrates’in ruhun ölümsüzlüğünü ispatlamak için öne sürdüğü argümanlardan biri olan Karşıtların Döngüselliği argümanını değerlendirmektedir. Argümanın merkez terimleri olan “yaşıyor olma” ve “ölü olma”nın argüman boyunca aldığı ya da alabileceği çeşitli anlamlar göz önüne alınarak dört itiraz öne sürülmektedir. Bu iki terimin alabileceği farklı anlamlar, öznenin “beden” ya da “ruh” olarak alınmasına göre farklılık göstermektedir. Yazıda, bu terimlerin alabileceği anlamların hiçbirinde Karşıtların Döngüselliği argümanının başarılı sayılamayacağı yani ruhun ölümsüzlüğünü ispatlayamadığı ileri sürülmüştür. Argümandaki temel sorun, ruhun yaşıyor olması ve ölü olmasının döngüselliğe izin veren bir karşıtlık oluşturacak şekilde kullanılamamasıdır.
|
|
|
|
60.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
7 >
Issue: 2
S. Atakan Altinörs
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Yeniçağ felsefesinde spiritüel cevher, Descartes gibi düalist ya da Berkeley gibi immateryalist filozoflar tarafından savunulduğu kadar, maddî dünyanın mevcudiyetini kerhen tasdik eden Leibniz ve Malebranche gibi filozoflarca da savunulmuş bir görüştür. Düalistler nezdinde fiziksel-maddî cevher ile birlikte mevcut, ama mahiyeti bakımından ondan kökten farklı addedilen; Leibniz ile Malebranche içinse “fiziksel” denen fenomenlerin dayanağı olan spiritüel bir substratum faraziyesi, Hıristiyanlığın resmî öğretisine uygun düşmesi itibariyle çok sayıda taraftar bulmuştur. Böylece, düşünme, hissetme, irade gibi yetilere sahip ve uzamlı olmayan spiritüel cevher, söz konusu yetilerden yoksun ve uzamlı maddî cevher karşısında yüceltilmiş ve kutsanmıştır. Bu anlayış, düşünce tarihinin farklı dönemlerinde olduğu gibi, anti-tezine eleştirel hareket noktası sağlamıştır ve böylece yegâne cevherin maddî olduğunu savunan bir grup Yeniçağ filozofu sahneye çıkmıştır. Hobbes ve Locke gibi dinibütün görünen materyalistlerden bir asır sonra, Aydınlanma döneminde çok sayıda filozof dinsel dogmaların insan aklının önünde engel teşkil ettiğini savunarak materyalist ve ateist bir tavır takınacaktır. Makalemizde, “Fransız materyalistleri” diye anılanların öncüsü De La Mettrie’nin spiritüel cevhere itirazını inceledik. De La Mettrie “ruh” adlandırmasının, hakkında hiçbir ideaya sahip bulunmadığımız boş bir terimden ibaret olduğunu savunur. Ona göre bizlerdeki düşünen kısmı kastetmek üzere kullanılan bu sözümona “ruh”a atfedilen bütün yetiler de aslında beynin ve bedenin organlaşmasına tâbidir. Dolayısıyla da duyumsayan varlık neticede, düalistlerin ve spiritüalist monistlerin savunduğunun aksine, organlaşmış maddedir. Böylece madde, De La Mettrie’nin nezdinde var olan tek cevherdir.
|
|
|