|
21.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Ercan Salgar
Ercan Salgar
Atomist Philosophy and Modern Science
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Modern bilimin kuruluş sürecinde, Grek menşeli atomcu felsefenin bir etkisinin olup-olmadığı ya da olduysa hangi bakımlardan olduğu bir tartışma konusudur. Söz gelimi E. Burtt, A. Koyré ve T. Kuhn gibi bilim filozofları, modern bilimin kuruluşunda atomcu felsefenin, bariz bir etkisinin olmadığını ileri sürerlerken, A. Chalmers ve D.C. Lindberg gibi düşünürler ise belirli bir düzeyde etkisinin olduğunu iddia etmişlerdir. Bu çalışmanın amacı, modern bilimin oluşum sürecinde Grek menşeli atomcu öğretinin ne türden bir etki ve öneme sahip olduğunu araştırmaktır. Bu maksatla öncelikle Grek menşeli atomcu öğretinin temel görüş ve tezleri, kısaca ortaya konulmuş daha sonra bu görüşlerin tarihsel süreç içerisindeki seyri betimlenmiş ve nihayetinde bu öğretinin modern dönemde özellikle de P. Gassendi, R. Boyle ve I. Newton gibi düşünürler üzerinde ne türden bir etkisinin olduğu ortaya konulmuştur. Nihayetinde modern bilimi nihai formuna ulaştıran düşünürün I. Newton olduğu kabul edildiğinde, Epikuros üzerinden alınan atomcu öğretinin, Newtoncu bilim tasarımını oldukça şekillendirdiği söylenebilir.
It is a matter of debate whether the Greek origin atomist philosophy had an effect or if it did, in what respects in the constitution process of modern science. For example, philosophers of science such as E. Burtt, A. Koyré, and T. Kuhn argue that atomic philosophy did not have an obvious influence on the constitution of modern science, while thinkers like Chalmers and D.C. Lindberg claimed that it had a certain level of influence. The aim of this study is to research the effect and importance of the Greek-origin atomist doctrine in the constitution process of modern science. For this purpose, first of all, the basic views and theses of the atomist doctrine of Greek origin were briefly presented, then the course of these views in the historical process was described, and finally, what kind of effect this doctrine had on thinkers such as P. Gassendi, R. Boyle and I. Newton in the modern period. has been revealed. Finally, when it is accepted that the thinker who brought modern science to its final form was Newton I, it can be said that the atomist doctrine taken from Epicurus formed the Newtonian science design.
|
|
|
22.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 2
Özlem Barin Gürbüz
Özlem Barin Gürbüz
İtki Olarak Bergson’un Süre Kavramı
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
A renewed interest into the philosophy of Bergson in the last decades brings his central notion duration to the fore of lively discussions. This renewed interest certainly has its source in Deleuze’s Bergsonism, where he declared Bergson’s philosophy as an alternative to phenomenology that dominated the philosophical discussions throughout the 20th century. Deleuze’s attempt to put Bergson as an alternative to phenomenology was a protest against the phenomenological tradition, which denounced Bergson’s analysis of duration as it is first developed in Time and Free Will as remaining within the confines of psychological realism and reducing time to a flowing, fluid thing that resides in consciousness. In an attempt to contribute to the Deleuzian interpretation that defends Bergson’s notion of duration against its phenomenological criticisms, I argue in the present study that the notion of duration as developed by Bergson in Time and Free Will can be best interpreted in terms of a Leibnizian notion of force. Following Bergson’s criticism of reduction of time to a homogeneous medium in the work of Kant, I introduce Bergson’s analysis of duration as a drive that prolongs the past of consciousness into its present. In doing this I take a detour through Heidegger’s interpretation of Leibniz’s vis activa as drive.
Son yıllarda Bergson’un felsefesine yönelik yeniden canlanan bir ilgiyle birlikte felsefesinin temel kavramı olan sürenin canlı bir tartışma konusu olmasına tanık oluyoruz. Bu yenilenen ilginin kaynağında Deleuze’ün Bergsonculuk adlı eserinde Bergson felsefesini 20. Yüzyıl boyunca tüm felsefi tartışmaları belirlemiş olan fenomenolojinin karşısına bir alternatif olarak koyması var. Deleuze’ün Bergson’u fenomonolojiye alternatif farklı bir felsefi yaklaşım olarak koymasının altında Bergson’un Zaman ve Özgür İrade adlı eserinde geliştirmiş olduğu süre kavramını psikolojik gerçekçiliğin sınırları içinde kalmak ve zamanı bilincin içkinliğinde kendiliğinden akan akıcı bir şeye dönüştürmekle eleştiren fenomonolojik geleneğe yönelik bir protesto yatıyor. Bu çalışmada fenomenoloji alanından eleştirilere karşı Bergson’un süre kavramını savunan Deleuzcü bir okumaya katkı olarak, Bergson’un Zaman ve Özgür İrade adlı eserinde geliştirdiği süre kavramının Leibnizci kuvvet kavramı etrafında bir yorumunu geliştirmeye çalışıyorum. Bergson’un Kant’ın zamanı homojen bir ortam olarak ele almasına yönelik eleştirilerini takiben, süre kavramını geçmişi şimdinin içine temdit eden bir itki, bir kuvvet olarak yorumluyorum. Bunu yaparken Heidegger’in Leibniz’in vis activa kavramını itki olarak yorumlamasından yararlanıyorum.
|
|
|
23.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
James Griffith
James Griffith
Adaletin Anarşisi: Hesiodos’un Kaos’u, Anaksimender’in Apeiron’u ve Geometrik Düşünce
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
This article examines Hesiod’s Chaos and Anaximander’s apeiron individually and in relation to each other through the frame of René Descartes’ notion of natural geometry and through bounds and limits in Euclid and Immanuel Kant. Thanks to this frame, it shows that, in his poetic vision, Hesiod saw in Chaos the act of bounding such that different things can appear while, in his speculative vision, Anaximander saw in the apeiron the self-limiting limit of bounded things, which is to say, time as distinct from the temporality of bounded things resulting from Chaos. Thus, together, Chaos and the apeiron present the spatiotemporal order of the world. Finally, delving further into Anaximander’s fragment shows that the justice (dike) ruling over all includes the apeiron as the time foundational to temporality, meaning justice is without foundation and therefore anarchic.
Bu çalışma Hesiodes'in Kaos ve Anaksimender'in apeiron kavramlarının hem tek tek hem de mukayeseli bir incelemesini yapmakta, bu incelemeyi ise Öklid ve Kant'ın sınır (bound) ve kısıtlılıkları (limits) ve René Descartes'ın doğal geometri kavramı çerçevesinde gerçekleştirmektedir. Çalışmanın söz konusu çerçeve bağlamında gösterdiği üzere, Hesiodes şiirsel bakışı ile Kaos'ta farklı şeylerin var olabildiği bir sınırlandırma eylemi görürken Anaksimender spekülatif bir bakış ile apeironda sınırlandırılmış şeylerin aslında kendi özkısıtlılıkları nedeniyle kısıtlandırılmış olduğunu görmüştür. Başka bir deyişle, zaman, sınırlandırılmış şeylerin zamansallığından ayrıdır ve Kaos'un bir sonucudur. Dolayısıyla, Kaos ve apeiron, birlikte dünyanın uzay-zamansallığını ortaya koymaktadır. Çalışma, son olarak Anaksimender'in fragmanının detaylı bir incelemesi üzerinden apeironun zamansallığın temeli olduğunu ve her şeye hükmeden adalet (Dike) tarafından zaman olarak kapsandığını, yani adaletin temelsiz ve dolayısıyla anarşik olduğunu göstermektedir.
|
|
|
24.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Ayşe Gül Çivgin,
Ümit Öztürk
Ayşe Gül Çivgin
Different Scenes from the Artist’s Making: A Return from Aristotle to Plato on the Axis of “Tragedy”
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu çalışma, Aristoteles ve Platon özelinde, “poiēsis” fiilinin iki farklı tarzda kavramsallaştırmasından doğan yapıca uzlaşmaz iki “tragedya” anlayışını irdeleme amacı taşımaktadır. Bunun için, Peri Poiētikēs Tekhnēs ile Politeia metinleri yol gösterici olarak seçilmiştir. Tartışmamızı “mimēsis” bağlamına yerleştirerek, bir yandan “poiēsis” etkinliğine diğer yandan ise “poiēsis” etkinliğinin gerçekleştiricisi olan “poiētēs”e yönelip, bu kavramların bahsedilen iki filozofun “sanat” ve “felsefe” kavrayışlarındaki yerini açmayı deniyoruz. Bu denemeyi ise tragedya bağlamında karşımıza çıkan fâil, fiil, münfâil hâl ve seyirci mefhumları üzerinden derinleştirmeye çalışıyoruz. Böylece, sunduğumuz eleştirel değerlendirmelerden hareketle, aslında Aristoteles’in değil, fakat Platon’un “sanat”ın bir “tekhnē (ustalık)” ve “poiētikē (yaratıcılık)” olarak asıl anlamını yakalamış olabileceğine dair bir ipucu bırakıyoruz.
This study aims to examine two structurally irreconcilable understandings of “tragedy” arising from the conceptualization of the act of “poiēsis” in two different ways, in particular for Aristotle and Plato. For this, the texts Peri Poiētikēs Tekhnēs and Politeia have been chosen as guides. By placing our discussion in the context of “mimēsis,” we try to open the place of these concepts in the understanding of “art” and “philosophy” of the two mentioned philosophers, by turning to the activity of “poiēsis” on the one hand and “poiētēs,” the performer of the activity of “poiēsis,” on the other. We are trying to deepen this essay through the notions of actor, action, passion, and spectator that appear in the context of tragedy. Thus, starting from the critical evaluations we have presented, we leave a hint that Plato, but not Aristotle, may have captured the original meaning of “art” as a “tekhnē (skill)” and “poiētikē (creativity).”
|
|
|
25.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Zeynep Duran
Zeynep Duran
The Rejection of Eudaimonism in the Cyrenaic School
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Antik Yunan felsefesinde “nasıl yaşamalıyız?” sorusuna farklı okullar tarafından verilmiş farklı cevaplar, büyük ölçüde “mutluluk ahlakı” (eudaimonism) ile ilişkilendirilir. Buna göre, insan yaşamının nihai ereği, merkezinde erdemin yer aldığı mutluluktur. Sokratesçi küçük okullar arasında yer alan ve kendine özgü bir hazcı ahlak anlayışı benimseyen Kirene Okulu ise, haklarındaki sınırlı antik kaynaklardan edindiğimiz tanıklıklar ışığında, bu genel çerçevenin dışında duruyor gözükür. Bu yazı, Okulun ahlak kuramının geleneksel Yunan mutluluk ahlakı ile uyuşmama iddiasını, Okulun benimsediği şüpheci bilgi kuramı ile gerekçelendirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için, Okulun, bilgi kuramlarına dayanan üç temel fikir kabul ettiği öne sürülmüş ve bu fikirler doğrultusunda mutluluk ahlakı altında yer alan varsayımları reddettiği gösterilmeye çalışılmıştır.
The different answers given by various schools to the question “how should we live?” in ancient Greek philosophy are largely characterized as eudaimonistic: The ultimate goal of human life is eudaimonia which comprises virtue at the heart. Considered among the minor Socratic schools and embracing a distinctive hedonistic moral philosophy, the Cyrenaic School seems to be outside of this general framework in the light of the testimonies about them from the scanty ancient sources. This paper aims to justify the claim that the School’s moral theory is incompatible with the traditional Greek eudaimonism, by means of the sceptical epistemology embraced by the School. To this aim, it is asserted that the School holds three basic views depended on their epistemology. Thereby, it is tried to attest that the School rejects the very assumptions behind the concept of the eudaimonism in line with these views.
|
|
|
26.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Anıl Ünal
Anıl Ünal
“Borges’” Refutation of the Subject
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu çalışma, Jorge Luis Borges’in Öteki Soruşturmalar ismiyle 1952’ de yayınlanmış denemelerinden “Zamanın Yeni Çürütülmesi” nin yakın okumasını sunuyor. Orijinal makale birbirinden farklı anların özdeşliği düşüncesi üzerinden özneyi ve zamanı yadsıyor. Bu çalışma ise orijinal argümana tümüyle sadık bir biçimde odağa özneyi ve böylece de yazarı yerleştirerek meseleyi tekrar tartışmaya açıyor. Bu tartışmaya orijinal makalede de olduğu gibi Berkeley ve Hume’un fikirleri eşlik etmektedir. Bu fikirleri tekrar ele alma düşüncesinin ardındaki motivasyon Borges’in fikirlerini çürütmek ya da yeni fikirler ile desteklemekten çok, Borges’in tüm yazınına nüfuz eden – tam da öznenin yitirilmesi üzerinden yazma fiilinin faillerini yazma ediminde birleştiren – kuramsal yapının ortaya konulduğu bir yazma performansı olarak anlaşılabilir.
This essay presents a close reading of Borges’s “A New Refutation of Time” published in his essay collection Other Inquisitions, in 1952. The original article undermines the notion of subject and that of time through the idea of the identity of different moments, whilst this work readdresses the discussion by bringing the subject and thus the writer into focus in a way entirely faithful to the original argument. Just as in the case of the original paper, the discussion is accompanied by the ideas of Berkeley and Hume. The motivation behind readdressing these ideas is not to refute Borges’s ideas or to support them with new ones; rather, the motivation can be understood as a writing performance where the theoretical structure influencing the whole literature of Borges, which unites the agents of the act of writing in the act of writing by undermining the notion of subject, is put forward.
|
|
|
27.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Erinç Aslanboğa
Erinç Aslanboğa
Kaybin Farkli Kipleri Üzerine Bir Deneme
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
This article, starting with the experience of the other's death, thinks about the questions and problems revealed by different modalities of loss. Mourning and Melancholia, the text written by Freud during the First World War and the critical rereading of this text by Derrida and Butler constitute the main axis of this article. Initially, the Freudian definition of mourning and melancholy, their distinctive features, their points of convergence and divergence, the relationship between so-called normal mourning and so-called pathological melancholy will be presented to show the ambiguity of their limits and their opposition. Secondly, one of the distinctive features of Freudian melancholy that is the transformation of the loss of the other into the loss of the self will be taken up and problematized in dialogue with Butler to bring out the place of the other as well as of its loss in the constitution of the self. This discussion makes it possible to expose how the loss of the other, which moves us from the question of detachment to that of attachment, reveals the non-identity of the self, altered by the other. The third part of this article, problematizing the finality of mourning, which is the substitution of the other, focuses on Derrida's thought that renew the approach to mourning and melancholy by introducing the concepts of “introjection” and “incorporation”. Derrida's ethic of mourning, which aims to avoid the assimilation of the other to the same, is based on a double bind between the possibility and the impossibility of mourning. The article concludes with a brief review of the relationship between identity and alterity revealed by different modalities of loss to respond differently to the question: How to return to life after the experience of the other's death?
Bu makale, başkasının ölümüne tanık olma deneyiminden hareketle, farklı kayıp kiplerinin ortaya çıkardığı sorular ve sorunlar üzerine düşünmeyi hedefler. Makalenin ana eksenini, Freud’ün Birinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Yas ve Melankoli metni ve Derrida ile Butler’ın bu metne farklı açılardan yaklaşarak getirdikleri yorum ve eleştiriler oluşturur. İlk olarak, yas ve melankolinin Freud tarafından nasıl tanımlandığı, ayırt edici özellikleri, kesişme ve ayrışma noktaları, “normal” yas ile “patolojik” melankoli arasındaki ilişki, aralarındaki sınırın belirsizliğini göstermek ve söz konusu karşıtlığı sorgulamak gayesiyle ortaya konacaktır. İkinci olarak, melankolinin ayırt edici niteliklerinden biri olan başkasının kaybının benin kaybına dönüşmesi önermesi, başkasının varlığının ve kaybının benin meydana gelişindeki yerini göstermek amacıyla, Butler’ın düşüncesi ile diyalog halinde ele alınacak ve sorunsallaştırılacaktır. Bu tartışma, bağlanma ve ayrılma sorusu aracılığıyla, ötekinin kaybının benin kendine özdeş olmama durumunu nasıl açığa çıkardığını ortaya koymayı mümkün kılar. Üçüncü bölüm, yas çalışmasının yöneldiği ereği, başka bir deyişle, ötekinin ikame edilmesi gerekliliğini sorgularken, içeatım (introjection) ve içealım (incorporation) kavramlarını devreye sokarak yas ve melankoli tartışmasına farklı açılardan yaklaşan Derrida’nın düşüncesine odaklanır. Derrida'nın, başka olanın aynı olan tarafından asimile edilmesinden kaçınmayı hedefleyen yas etiği, yasın olanaklılığı ve olanaksızlığı arasında kalan çifte zorunluluk (double bind) üzerine kurulur. Sonuç bölümü, farklı kayıp kipleri tarafından ortaya çıkarılan özdeşlik/başkalık ilişkini kısaca gözden geçirerek makale boyunca yapılan tartışmalar ışığında ve yeniden şu soruyu sorar: Başkasının ölümüne tanık olma deneyiminden sonra hayata nasıl geri dönülür?
|
|
|
28.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Özlem Yilmaz
Özlem Yilmaz
The Concept of Organism in Philosophy of Biology
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Çevre sorunlarının katlanarak arttığı ve biyoloji biliminin büyük sıçramalarla geliştiği günümüzde organizma kavramının incelenmesi, hem kendi doğamızı (dolayısıyla da diğer canlılarla etkileşimlerimizi) hem de günümüz biyolojisindeki değişimleri daha iyi anlayabilmemiz için faydalı olacaktır. Bu çalışma, organizma kavramını özellikle organizmaçevre etkileşimi üzerinden inceleyerek günümüz biyolojisindeki önemini vurgulayacaktır. Organizma kavramı özellikle Modern Sentezden, Genişletilmiş Evrimsel Senteze geçişle birlikte ayrı bir önem kazanmıştır. Köklerini yirminci yüzyılın başlarındaki organizma-merkezci biyolojiden alan bu kavramın gelişimi, son birkaç on yıldır biyoloji biliminde gerçekleşmiş olan gelişmelerle (özellikle gelişim biyolojisi, sistem biyolojisi ve ekoloji dallarında) iyice dinamikleşmiştir. Organizma kavramının gelişimini incelemek sadece biyoloji biliminin felsefesi açısından değil, bunun yanında, insan olarak kendi biyolojik varlığımızı -organizma- ve çevremizle (hem abiyotik hem de biyotik) olan etkileşimlerimizi, tekrar düşünmek açısından değerlidir.
Today, when the number of environmental problems is multiplying and the science of biology is advancing by leaps and bounds, the analysis of the concept of organism is useful for both understanding our nature, which includes our interactions with other living entities, and understanding developments in the contemporary biology. This paper examines the concept of organism especially through organism-environment interaction and emphasizes its importance in contemporary biology, where the concept of organism has gained more importance—particularly with the transition from Modern Synthesis to Extended Evolutionary Synthesis. The development of this concept, which has roots in the organism-centred biology of the early twentieth century, has become even more dynamic with advancements in biology in recent decades (especially in the sub-fields of developmental biology, systems biology, and ecology). Examining the development of this concept is valuable not only for philosophy of biology but also for re-conceiving ourselves as living entities—that is, organisms—and, consequently, re-thinking our interactions with our environment (both abiotic and biotic).
|
|
|
29.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Gülizar Karahan Balya
Gülizar Karahan Balya
Pandemiyi Olumlamak ya da Hayata Yüz Çevirmek: Nietzscheci Bir Değerlendirme
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
This paper is a reflection on the impacts of the Coronavirus pandemic on social life and draws on Nietzsche’s views on pessimism, will to power and affirmation. The question that lies at its centre is what it means to experience the pandemic with an affirmative or a life-negating attitude. It aims to open up a space for discussion for how the pandemic actually is or can possibly be experienced affirmatively. In order to do so, first of all it provides an outline of Nietzsche’s analysis of the ancient Greek culture and the Greek myth of the wisdom of Silenus and secondly Nietzsche’s critique of the ascetic ideal. Lastly, putting the two topics side by side, it explores reactions towards the current pandemic on a scale of economy ranging from preservation to enhancement.
Bu makalede Nietzsche’nin kötümserlik, güç istenci ve yaşamı olumlama görüşlerinden hareketle Koronavirüs pandemisinin sosyal hayat üzerine etkileri irdelenmektedir. Pandeminin yaşamı olumlayıcı ya da yadsıyıcı bir yaklaşımla karşılanmasının ne anlama geldiği çalışmaya yön veren merkezi sorudur. Bu yanıt arayışı ile pandeminin halihazırda ya da mümkün olan hangi biçimlerde olumlanabileceği üzerine bir tartışma alanının yaratılması amaçlanmaktadır. Bunu yapabilmek için öncelikle Nietzsche’nin antik Yunan kültürü ve Silenos mitini yorumlayışı, ardından Nietzsche’nin çileci ideali eleştirisi ele alınmaktadır. Son olarak, bu iki analiz yan yana koyularak insanlığın Koronavirüs pandemisine verdiği tepkinin Nietzsche’nin güç istenci anlayışına dayalı bir ölçek üzerinden değerlendirmesi yapılmaktadır.
|
|
|
30.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Funda Neslioğlu Serin
Funda Neslioğlu Serin
Bilimsel İlerleme İle İlgili Son Tartişmalarin Değerlendirilmesi
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
At first glance, what scientific progress means seems to be a quickly answered question. It is not easy to think of the sciences without progress; sciences and the notion of progress seem identical in general. Describing the nature of scientific progress is an important task that will have practical and theoretical consequences. The approach, which argues that the background on which sciences are based does not have a historical or cultural character following the positivist interpretation, accepts sciences as testing the validity of observation and experiment data to a large extent. On the other hand, the tendency that emphasizes that the complex functioning of the history of science has an indelible mark on scientific theories prefers to build sciences on a historical and social basis. How both major approaches ground the idea of scientific progress profoundly affects both our understanding of the nature of scientific knowledge and the way we do science. This paper aims to evaluate scientific progress based on the views of prominent philosophers of science in the twentieth century.
Bilimsel ilerlemenin ne demek olduğu ilk bakışta kolayca yanıtlanabilecek bir soru gibi görünmektedir. Bilimlerin ilerleme fikri olmaksızın düşünülmesi pek kolay değildir; neredeyse bilim ile ilerleme özdeş görülür. Bilimsel ilerlemenin doğasını betimlemek teorik olduğu kadar pratik sonuçlar doğuracak önemli bir görevdir. Bilimlerin yaslandığı arkaplanın pozitivist yoruma uygun olarak tarihsel, kültürel bir nitelik taşımadığını öne süren yaklaşım bilimleri büyük ölçüde gözlem ve deney verilerinin geçerliliğinin sınanması olarak kabul eder. Öte yandan bilim tarihinin karmaşık işleyişinin bilimsel kuramlar üzerinde silinmez bir damgası olduğunu vurgulayan eğilim ise bilimleri tarihsel, toplumsal bir zemin üzerine inşa etmeyi tercih eder. Her iki ana yaklaşımın bilimsel ilerleme fikrini temellendirme yolları, hem bilimsel bilginin doğasına ilişkin anlayışımızı hem de bilim yapma yöntemlerimizi derinden etkilemektedir. Bu yazıda özellikle yirminci yüzyılda öne çıkmış bilim felsefecilerinin görüşlerinden hareketle bilimsel ilerlemeye dair değerlendirme yapmak amaçlanmaktadır.
|
|
|
31.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Özlem Duva Kaya
Özlem Duva Kaya
Kantçi Düşüncenin Feminist Maledilişi Olanakli Midir?
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
It is one of the main allegations impelled by feminist theorists against Kant's philosophy that the subject Kant placed at the base of his understanding of rationality is masculine, a Westerner and belongs to upper/middle class. In fact, there is considerable supporting evidence to promote this claim for mainstream Western philosophy in general and Kant's philosophy in particular. On the other hand, while reckoning with the history of philosophy, and examining whether it is possible to break away from philosophical concepts and categories or not, is another matter of discussion. In this article, I try to focus on various possibilities that can reconcile Kant's philosophy with the demands of liberal feminism and an inclusive democratic participation principle. It is important that to discuss whether it is possible to make a new reading that can be reconciled with feminist demands by ignoring the misogynistic discourses in Kant's works, especially starting from the concepts of autonomy and personality. Today, many factors like traditions, prejudices, oppressive forms of government, etc. prevent women from taking part in public life as free agents and autonomously, and from being considered as “subjects with the status of rights”. Therefore, I argue that Kant's concepts such as autonomy, becoming a person and having the conditions for free action, do have something in common with feminist demands.
Kant’ın rasyonalite anlayışının temeline yerleştirdiği öznenin eril, batılı ve üst/orta sınıfa ait bir özne olduğu feminist kuramcılar tarafından Kant felsefesine yöneltilen temel suçlamalardan biridir. Aslında genel olarak ana akım Batı felsefesi ve özel olarak da Kant felsefesi için bu iddiayı destekleyecek çok sayıda kanıt vardır. Diğer yandan felsefe tarihi ile hesaplaşırken, felsefi kavram ve kategorilerden tam bir kopuşun mümkün olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Bu makalede Kant felsefesini liberal feminizmin talepleriyle ve kapsayıcı bir demokratik katılım ilkesi ile uzlaştırabilecek çeşitli imkanlar üzerinde durmaya çalışıyorum. Özellikle otonomi ve kişilik kavramlarından yola çıkarak, Kant’ın eserlerindeki mizojinik söylemlerin göz ardı edilmesi yoluyla feminist taleplerle bağdaştırılabilecek yeni bir okuma yapmanın mümkün olup olmadığını tartışmaya açmak önemlidir. Günümüzde gelenekler, önyargılar, baskıcı yönetim biçimleri vb. pek çok unsur, kadınların özgür failler olarak ve otonom bir biçimde kamusal yaşamda yer almalarını, onların “hak statüsüne sahip özneler” olarak görülmelerini engellemektedir. Bu nedenle Kant’ın otonomi, kişi olma, özgür eylemlerde bulunma koşullarına sahip olma gibi kavramlarının feminist taleplerle ortak bir yanının olduğunu ileri sürüyorum.
|
|
|
32.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Itır Güneş
Itır Güneş
At the Intersection of Sexism and Speciesism: Nonhuman Animals’ Right to Live as a Feminist Issue
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Makale feminizmin genel olarak insan dışı hayvanların, özel olarak da tarımda kullanılan insan dışı hayvanların özgür ve özerk yaşama haklarını savunması gerektiğini savlamaktadır. Tarımda kullanılan insan dışı hayvanlardan elde edilen ürünlerin üretim süreçleri sadece onların bedenlerinin insanların arzuları uyarınca üretilip tüketilmelerini değil, ömürleri boyunca doğalarına aykırı şartlarda yaşayarak, sürekli eziyete maruz bırakılmalarını kapsamaktadır. Üstelik mevcut pratikler dişi insan dışı hayvanları, özellikle süt ve yumurta endüstrilerinde, biyolojik üreme yetilerinden faydalanmak adına ek eziyetlere maruz bırakmaktadır. Bu temel savı desteklemek için bell hooks ve Carol J. Adams gibi yazarların eserlerinden faydalanılarak dört argüman öne sürülmüştür. Cinsiyeti biyolojik parametrelerle tanımlamanın sorunlu olacağına dair bir eleştiri de değerlendirilip, bu eleştiriye Wittgensteincı düşünceden yola çıkan bir yanıt önerilmiştir: Her ne kadar tarımda kullanılan insan dışı hayvanların cinsiyetini biyolojik parametrelerle tanımlıyor olsak da bu, biyolojinin genel olarak kadınlığı ve dişiliği tanımlamanın yeterli veya tek kriteri olduğu anlamına gelmemektedir.
This article argues that feminism has to defend the right to live freely and autonomously for nonhuman animals in general, and for farm animals in particular. Production processes of animal products involve not only serial production and consumption of the bodies of farm animals for the pleasure and profit of humans, but also infliction of constant pain throughout their lives that arises from being forced to live under adverse conditions. Moreover, present practices subject female nonhuman animals to extra torment to be able to profit from their biological reproductive power, especially in dairy and egg industries. Four arguments are proposed to support this main thesis by drawing from the works of writers such as bell hooks and Carol J. Adams. Also, a possible criticism that challenges the notion of defining sex by biological traits is discussed and a response inspired by Wittgensteinian thought is developed with the intention to demonstrate that although we define the sex of nonhuman animals according to their biological traits, this does not have to be the sole or sufficient criterion for defining femaleness in general.
|
|
|
33.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Cihan Kirca
Cihan Kirca
The Problem of Individuation: Aristotle’s Principle of Individuation and Identity
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bireyleşim, varlıkları bireysel kılan ve onların diğer bireylerden ayrımını sağlayan ilkenin ne olduğunu sorun eder. Birey, güncel bir kavram olmasına rağmen orta çağ filozoflarından bu yana bireysel varlıkların bireyliği anlamında kullanılmış olup bireyleşim, özdeşlik sorunu ile iç içe tartışılmıştır. Bu makalede Aristoteles’in bireyleşim sorununa yaklaşımını incelerken öncellikle genel kabul gören madde teorisini tartışacağız. Maddenin bireyleşim ilkesi olarak savunulması, onun bölünebilirliği ya da özdeşliği ile açıklanabilir. Fakat bölünebilirliğin kendisi bireyleşimi olanaksız kılıyor ve Aristotes’in fikirleri ile çelişki gösteriyor. Maddenin özdeşliği, kendisi yeterince açık olmadığı için bir içeriğe ihtiyaç duyuyor; burada Leibniz’in ayırt edilemezlerin özdeşliği ilkesini tartışmaya dahil ederek bu içeriği maddenin paylaşılamazlığı olarak belirleyeceğiz. Fakat Theseus gemisi örneği üzerinden işaret edeceğimiz oluş sorunu ile karşılaşmaktayız. Diğer taraftan Aristoteles’in bireyleşim ilkesini form olarak görmek, bireysel formları savunmak anlamına geliyor; bireysel formlardan ne kastedildiği açık olmadığı için burada ilinekler üzerinden bireyleşimi sunacağız. Fakat Leibniz ve Aristoteles bu konuda uzlaşması olanaksız görünür ve Aristoteles için ilineklerle bireyleşim kabul edilemez; töze ilişkin olmayan ilineklerle bireyleşim, şeylerin doğası itibariyle bireysel olmadığı anlamına gelir. Ardından konum ile bireyleşim fikrini Aristoteles üzerinden işaret ederek konum anlamında maddenin bireyleşim ilkesi olduğunu savunacağız. Son olarak konum ile bireyleşmenin saltık uzayı gerektirdiğini belirteceğiz ve Leibniz’in ayırt edilemezlerin özdeşliğinin mantıksal olarak geçersiz kılan Black’ın düşünce deneyine değineceğiz.
Individuation investigates what is the principle that makes things individual and distinguishes them from others. Although the individual is a contemporary notion, it has been used in the sense of entity and individuation has been discussed together with the problem of identity since middle ages philosophers. In this article, while investigating Aristotle’s approach to the individuation problem, we will first discuss matter theory that generally accepted. Defending matter as a principle of individuatian can be clarified by its divisibility or identity. But divisibility itself makes individuation impossible and contradicts Aristotle’s viwes. The identity of matter needs a content because it is not clear enough; here, we will include Leibniz’s principle of identity of indiscernibles into the discussion, and we will designate this content as the unshareable of matter. However, we encounter the problem of becoming, which we will also refer the example of the Thesus ship. On the other hand, stating Aristotle’s individuation principle as form means defending individual forms; it is not clear what is meant by individual forms therefore we will offer accidental properties for individuation. Though, Lebniz and Aristotle seem impossible to agree on this issue and for Aristotle, individuation with accidental properties is unacceptable; individuation by non-essential properties means that things are not individual by nature. Then, pointing out the opinion of individuation with position through Aristotle, we will discuss that matter in the meaning of position is the principle of individution. Finally, we will indicate that individuation by position requires absolute space, and we will refer to Black’s thought experiment, which logically invalidates Leibniz’s the principle of identity of indiscernibles.
|
|
|
34.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
Ferhat Yöney
Ferhat Yöney
The Problem of Divine Foreknowledge and Free Will: Ockhamist Solution
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Tanrısal ön bilgi-özgür irade sorununa ilişkin Ockhamcı çözümler, 1960’lı yıllardan 1990’lı yıllara kadar analitik din felsefesi çevrelerinde önemli bir yer tutmuştur. Bu çalışmada, Ockhamlı William’ın (1287-1347) geleceğe ilişkin olumsal önermeler ve tanrısal ön bilgi-özgür irade sorununa ilişkin görüşlerine kısaca değinildikten sonra, çağdaş analitik din felsefesinde tanrısal ön bilgi-özgür irade sorununa ilişkin Ockhamcı çözüm olarak adlandırılan görüş ve buna ilişkin tartışmalar ele alınacaktır. Bu kapsamda Ockhamcı çözüm olarak savunulan görüşlerin tanrısal ön bilgi ile insan özgür iradesini bağdaştırma açısından başarısız olduğu gösterilecektir. Ayrıca, Ockhamcı çözümlerin geleceğe ilişkin olumsal önermeler konusunda varsaydığı görüşün karşılaştığı metafiziksel sorun ortaya konacak ve bu sorunun, tanrısal ön bilgi ile özgür iradeyi bağdaştırmaya yönelik herhangi bir girişim açısından sorun oluşturduğu vurgulanacaktır.
Ockhamist solutions concerning the problem of divine foreknowledge and free will had an important place between 1960’s and 1990’s in contemporary analytic philosophy of religion circles. In this work, after briefly presenting William of Ockham’s (1287-1347) views on future contingent propositions and on the problem of divine foreknowledge and free will, Ockhamist solutions to the problem of divine foreknowledge and free will in the contemporary analytic philosophy of religion and contentions about them will be discussed. Within this framework, it will be demonstrated that Ockhamist solutions fail to reconcile divine foreknowledge and human free will. Moreover, metaphysical problem encountered by the view on the future contingents which is presupposed by Ockhamist solutions will be presented, and it will be emphasized that this problem poses a challenge to any attempt to reconcile divine foreknowledge and free will.
|
|
|
35.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
9 >
Issue: 1
İlknur Sertdemir
İlknur Sertdemir
“Intuitive Knowledge” Theory of Wang Yangming: Mentalspiritual Integrity in Action
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Milattan önce 6. yy’ da Konfuçyüs tarafından kuralcı bir çerçevede açıklanan ve bilgelikerdemlilik sentezini temel alan düşünce ekolüne ahlaki psikoloji kuramını getiren ilk fikir adamı Mengzi’dır. İnsanın doğuştan iyiliği önermesiyle duygu, düşünce ve eylem arasındaki tutarlılığı içgörüsel farkındalığa kaynak gösteren Mengzi, Çin felsefesine yeni bir soluk getirir. Bu önerme, 11.yy’da Neo-Konfuçyüsçü filozof Cheng Hao’ın sezgisel öğrenme metoduyla korunsa da önermenin Doğu Asya topraklarına yayılmasındaki asıl katkı Ming dönemi siyasetçisi, hattatı ve generali Wang Yangming’e aittir. Wang Yangming, Mengzi’dan aktardığı zihinsel-spiritüel bütünlüğü öğretisine dâhil ederek doğuştan gelen bilgi ve erdemin davranışsal tepkimeye yansıma sürecinde rasyoneli dışlar. Sezgisele odaklı bu kuramda duygu ile düşünce birbirinden ayrılmadığı gibi sorgulama, gözlemleme ve deneyimleme safhalarının pratiğine ihtiyaç duyulmaz. Birey, fıtraten doğru-yanlış ayrımı yapabilme yeteneğine sahip olduğu için içgörü ve sağduyuyla her şeyi idrak edebilir; önceden idrak edebildiği için de davranma, bilme ile eş zamanlı güdülenir. Bu çalışmada, Wang Yangming’in sezgisel bilgi kuramıyla savladığı kişisel gelişimin Batı dünyasındaki karşılığı ve modern psikolojiyle özdeşleşen özelliği incelenecektir.
Mengzi was the first intellectual who built the theory of moral psychology on the school of thought based upon the synthesis of sageness and virtuousness explained through a normative context by Confucius in the 6th century BC. Mengzi has made all the difference to Chinese philosophy, giving reference to the coherence among feelings, thoughts and actions for self-awareness with the thesis of innate goodness of human beings. Even though this thesis was held by intuitive learning method enhanced at the hands of Neo-Confucian philosopher Cheng Hao in the 11th century, Wang Yangming, who was a politician, calligrapher and military general of the Ming period, essentially contributed the expanding of this thesis to the lands of East Asia. Wang Yangming excludes the rational in the process of behavioral response of inborn knowledge and virtue, owing to the mental-spiritual integrity brought from Mengzi into his teaching. In this intuitive-centered theory questioning, observing and experiencing phases have no need to been practiced as well as feelings and thoughts are inseparable whole. Since the individual has the inherent ability to distinguish between right and wrong, everything can be perceived with insight and foresight. Since the individual can perceives before, acting is motivated simultaneously with knowing. In this paper, the Western equivalent of the personal growth assumed by intuitive knowledge theory of Wang Yangming and its identified feature in modern psychology will be examined.
|
|
|
36.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Özüm Hatipoğlu
Özüm Hatipoğlu
Gilles Deleuze’ün Kuraminda Felsefi Arkitektonik ve Teatrallik
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Theatricality, as a methodological basis of Deleuze’s theory, insinuates a new thought of Being/beings by emancipating philosophy from its anthropological orientation. Despite the fact that the phenomenological methodologies attempted to link the transcendental with the empirical domain, the source of reflexivity was still the subject. Deleuze’s ontological repetition maintains the infinite reflection of the transcendental and the empirical domains into each other, yet it posits the symbolic order as the third order where the infinite reflexive expansion between concept and matter becomes immanently transcended. By taking this formulation as its point of departure, this article analyzes how Deleuze’s notion of theatricality operates as the self-reflexive and excessive origin of thought.
Deleuze, kuramının metodolojik temelini oluşturan teatrallik kavramı aracılığıyla felsefeyi antropolojik yöneliminden özgürleştirerek Varlığı ve varlıkları farklı bir düzlemde düşünmemizi sağlar. Fenomenolojik metodolojiler aşkın ve ampirik düzlemleri birbirine bağlasa da düşünümselliğin kökeni yine öznedir. Deleuze’ün ontolojik tekrar kavramı ise sembolik düzeni kavram ve madde arasındaki yansımanın aşıldığı üçüncü bir düzen olarak kurar. Bu makale Deleuze’ün kurduğu felsefi sistemin arkitektonik yapısı üzerinden düşünümsellik ve aşırılık kavramlarını teatrallik kavramı bağlamında incelemektedir.
|
|
|
37.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Alber Erol Nahum
Alber Erol Nahum
Spinoza’s Theory of Language: From Critique to Practice
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu makalede Spinoza’nın dil eleştirisinin ve çözümlemesinin tartışılması amaçlanmaktadır. Bilindiği gibi, Spinoza, İbranice hakkında yarım kalmış bir dilbilgisi kitabı kaleme almış olsa da, bugün dil felsefesi diye adlandırılan alanda bir yapıt vermiş değildir. Bununla birlikte, dil konusunun, anlama yetisinin düzeltilmesinin önemli ayaklarından biri olması ölçüsünde, Spinoza açısından, felsefi uslamlama için bir propedötik işlevi gördüğü söylenebilir. Hatta Spinoza’ya göre, kendisinden önce gelen bazı filozofların doğanın ortak düzenini ve zorunlu nedenselliğini kavrayamamış olmasının nedeni, tam da fikirlerin ve şeylerin bağlantı ve düzenlerini izlemek yerine, doğayı açıklamak için dilsel kategorilere başvurmalarıdır. İşte bu yüzden, felsefenin ilk adımlarından biri dilin bedensel-imgelemsel doğasının aydınlatılması olmalıdır. Böylelikle dilin felsefi amaçlar doğrultusunda, yani upuygun fikirlerin iletilmesi için kullanmasına zemin hazırlanacaktır. Bu yazıda, Spinoza’nın geliştirdiği dil kuramının, dil olgusunun psikolojik-bilişsel açıdan çözümlemesi kadar, kendine-gönderimli kavramsal bir dilin geometrik düzende kurulmasını da içerdiği ileri sürülecektir.
This paper aims to discuss Spinoza’s critique and analysis of language. Even though he wrote a book on Hebrew Grammar, Spinoza did not devote an independent study to the philosophy of language. But it seems as though that, from his viewpoint, this issue serves as a propaedeutic for philosophical reasoning, insofar as it is the basic component of the emendation of the intellect. In fact, according to Spinoza, one of the main reasons why some of the philosophers fail to grasp the common order of nature and its causal necessity, is the fact that they follow the categories of language, rather than the order and the connection of the ideas and things. Therefore, one must understand first and foremost the corporeal-imaginative nature of language, in order to use it for philosophical purposes, i.e. for communicating adequate ideas. So, it will be argued here that Spinoza’s theory of language involves a psychological-cognitive analysis of language as well as a more geometrico construction of a self-referential conceptuallanguage.
|
|
|
38.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Erim Bakkal
Erim Bakkal
Relation Between Name and Pretended Name in Kripke’s Analysis of Fiction
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Bu metindeki amacım Kripke’nin kurgu çözümlemesinde özel adlar ve adımsılar (pretended name) arasındaki ilişkiyi ele almak. Kripke için özel adlar değişmez imleyicilerdir (rigid designator), yani tek bir varlığı/şeyi var olduğu tüm olanaklı dünyalarda biricik belirlerler. Adımsılar ise kurgusal söylemde ortaya çıkan kurgunun taslamasının bir parçasıdır; yani kurgu dünyadaki karakterlerin adlarıdır. Kripke’ye göre adımsılar sadece gerçek adları taklit eden fakat taklit ve benzerlik ilişkisinden öte bir ilişkileri olmayan, adlardan kategorik olarak farklı şeylerdir. Fakat Kripke için adlar ve adımsılar kategorik olarak farklı olsalar da bu iki dilsel birim birbirlerini belirler gibi gözükür. Yani “Sherlock Holmes” özel adı, “Sherlock Holmes” özel adımsısı ile eşseslidir fakat bunun gerekçesi yeterince açık değildir. Bu açık olmama durumu kurgusal karakter adlandırma önermelerinin adlandırıcı açısından a priori ve olumsal mı olduğu yoksa a posteriori ve zorunlu mu olduğu sorusuyla ilişkilidir. Böylelikle bu belirleme ilişkisi ya zorunlu ya da olumsal bir ilişkidir. Ben bu belirleme ilişkisinin olumsal olduğunu savunacağım. Fakat bu belirleme ilişkisi olumsal olsa da ad ve adımsı arasında eşseslilik açısından sıkı bir ilişki olmaya devam eder. Ben bu sıkı ilişkinin genellikle kendiliğinden bir ilişki olduğunu, kurgu karakterin önce adı olabileceği gibi ilişkilendiği adımsısı da olabileceğini ve bu ayrım yeterince düşünülmediği için genellikle ad ve adımsının eşseslilik açısından çakıştığını savunacağım. Fakat ilişkilendiği adımsı ve özel adı eşsesli olmayan karakterler de olabileceğini ileri süreceğim. Son olarak ise bu dediklerimizden adımsıların geçtiği betimlemeler üretebileceğimizi ve bunlar yoluyla da kurgu varlıklara değişen imleyiciler olarak gönderimde bulunabileceğimizi savunacağım.
My purpose in the article is to explore the relation between proper names and pretended names in Kripke’s analysis of fiction. According to Kripke, proper names are rigid designators, so they designate the same object in all possible worlds in which that object exists. In contrast, pretended names are part of the pretense in fiction; they are names of fictional entities in fictional worlds. For Kripke, pretended names just pretend real names but there is no further relation apart from a similarity between them. Although in his view, names and pretended names are categorically different from each other, they seem to determine each other. That is, the proper name “Sherlock Holmes” and the pretended name “Sherlock Holmes” are homophones. However, the reason for their being homophone is not clear enough in this view. That unclarity concerns the question of whether the propositions that are used to name fictional entities are a priori contingent or a posteriori necessary. Thus, the relation of determining is either necessary or contingent. I will defend that it is contingent. However, though it is contingent, names and pretended names have a strict relation in the sense of being homophone. I will argue that this strict relation is generally a spontaneous relation; there are two possibilities: fictional entities have names before the associated pretended names come to existence or vice versa. I think names and pretended names generally coincide because this relation is not being thought thoroughly. Finally, I will defend that we can produce descriptions in which pretended names occur and we can refer to fictional entities non-rigidly via these descriptions.
|
|
|
39.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 2
Ece Saraçoğlu
Ece Saraçoğlu
The Teleological Instrumentality of Time in Aristotle and Heidegger
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Aristoteles ve Heidegger’in zaman görüşleri onların ontoloji temelli düşüncelerinde önemli bir yere sahip olmasına rağmen, “amaçsal araçsallık” anlayışıyla ilişkili olarak derinlemesine irdelenmez. Hâlbuki bu düşünürlerin görüşlerindeki amaçsal araçsallığın yakından incelenmesi, hem onların zaman felsefelerinin hem de genel olarak zamanın “yapıcı ve kurucu” özelliğinin daha anlaşılır olmasını sağlamaktadır. Aristoteles’in ve Heidegger’in ontolojik zaman soruşturmaları, zamanın amaçsal anlamda da araçsallığının olanaklı olabileceğine işaret etmektedir. Bu fikirden hareketle meydana getirilen bu makale, Aristoteles ve Heidegger’in zaman düşüncelerini amaçsal araçsallık ışığında incelemeyi amaçlamaktadır. Bu sebeple yazının ilk bölümünde, zaman ve araçsallık kavramlarının anlamı ve içeriği kısaca betimlenmektedir. Bu betimlemenin temel nedeni, bu kavramların yaygın kullanılan anlamlarının dışına çıkabilmeyi sağlamaktır. Yazının ikinci ve üçüncü bölümlerinde ise, sırasıyla Aristoteles ve Heidegger’in zaman felsefelerinde amaçsal araçsallık fikrinin nasıl görünür olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Although Aristotle’s and Heidegger’s notion of time takes an important place in their ontological thoughts, it is not scrutinized in relation to understanding of “teleological instrumentality” thoroughly. Whereas, a close reading of the teleological instrumentality in these thinkers opinions provides more understandable both in their philosophy of time and “constitutive and constructive” feature of time in general. Aristotle’s and Heidegger’s ontological time investigations indicate to be teleological instrumentality meaning of time in possible. From this point of view, this article aims to examine the time thoughts of Aristotle and Heidegger in the light of the teleological instrumentality. Therefore, the meaning and content of time and instrumentality concepts are described in the first part of this study. The basis reason of this description is that it can be provided to digress of commonly used meanings of these concepts. In the second and the third parts of this study, the idea of teleological instrumentality is demonstrated how to be appear in Aristotle’s and Heidegger’s philosophy of time respectively.
|
|
|
|
40.
|
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy:
Volume >
8 >
Issue: 1
Çiğdem Yazici
abstract |
view |
rights & permissions
| cited by
Aristoteles’in iyi yaşam felsefesi onun siyaset felsefesinde önemli bir yere sahipken, kölelik anlayışıyla çok ilişkili olarak incelenmez. Oysa kölelik anlayışının yakından incelenmesi, onun iyi yaşamı mümkün kılacak bir siyasi yapı olarak kent-devlet teorisinde kilit rol oynadığını gösterir. Politika’da en iyi yaşam olarak gördüğü teorik yaşamı mümkün kılabilmek için kurumsal olarak köleliği adil gösteren bir savunma geliştirir. Bu savunmada kullandığı gerekçelerin odak noktası “kendine yeterliliktir”. Buna göre hem muhakemede hem kendini yönetmede kendi kendisine yeten kişi özgür ve “tam insan” olmuştur, yetemeyen ise yönetilmeye ve köleliğe uygun dolayısıyla “tam olmamış veya tamamlanmamış insandır”. Bu sebeple, makale ilkin iyi yaşamın, ikinci olarak siyasi devlet yaşamının, üçüncü olarak da köleliğin ve özgürlüğün “kendine yeterlilik” ile ilişkisine odaklanarak eleştirel bir inceleme sunar. Bu sayede, Aristoteles’te önceden varsayılan bir doğal kölelik anlayışı olmadığını; mutluluk ve siyasi yaşam ilişkisi adına kurumsal olarak köleliğin gerekliliğini savunduktan sonra, köleliği adil gösterebilmek için zor kullanımı gerektirmeyen “doğal” kölelik anlayışını bilhassa geliştirdiğini görebiliriz. Dahası belli etnik halkların karakter özelliklerine göre köleliğe doğal olarak uygun oldukları fikrini de bu düşüncenin ardından geliştirir. Sonuçta, Aristoteles’in kölelik anlayışındaki etnik ayrımların biyolojik temelli özcü bir ırkçılık ile yapılmasa da insanlığının tam olması için kendi kendine yetmesi beklenen normatif bir insan anlayışıyla yapıldığını söyleyebiliriz.
|
|
|